29 Ekim 2008 Çarşamba

GEL-GİT'İM OLUR MUSUN?

Aslında bir kadınla bir erkeğin, adına birliktelik denen yolculuğa çıkmadan birbirlerine sormaları gereken ve yanıtları üstüne düşünmeleri gereken en önemli soru bu; sanki. Belki de tek gerçek soru. Hoş yanıt ne olursa olsun, fark etmeyecek! Yaşanacak ve yaşatılacak bu serüvende ilişkiyi başlatan, yürüten, eskiten, yitiren, üreten, değiştiren, dönüştüren, tüketen, ıssızlaştıran, sızılaştıran, yakınlaştıran, uzaklaştıran, hep bu iki kişi olacak; birbirine tutsak ve birbirlerine tuzak kadın ve erkek. Yaşlı ve yorgun dünyamızda ilişkiler kırgını iki kişi; siyah ve beyaz, acı ve tatlı, neşe ve keder, kahkaha ve gözyaşı, yaşam ve ölüm kadar ayrılmaz, ayrılamaz bir ikili. Geçen yıllara, yürünen yollara, oynanan oyunlara rağmen birlikte büyüyen iki çocuk belki de. Birbirlerinin oyuncağı olan, olmayı göze alan iki yetişkin belki; bir oyunda hep yalnız, yapayalnız iki kişi. Aşktan arkadaşlığa, gençlikten yaşlılığa uzanan bir sergüzeşt belki de; tanışmak, tanımak, tanınmak, aldanmak, aldatılmak, yorulmak, dinlenmek, dirilmek, ezilmek, ezmek, özgürleşmek, her durakta biraz daha birbirini anlayarak demlenmek belki de.
Her zaman gitmeye hazır bir bavul belki de.
Her zaman dönmeye hazır bir bavul belki de.
Belki de hepsi, belki de hiçbiri.
Yalnızca bir oyun belki de.
Oynanmak için.
Hayat gibi!

3 Mayıs 2008 Cumartesi

BİR MAYIS ŞİİRİ

yara böyle bir şey diyorum da
kimse duymuyor, görmüyor
kolum kanadım kırık dönüyorum
gökyüzüme bulaşıyor kininiz

dar alan diyorum aklınız için
oysa herkes biliyor eşiğinizi
ıpıslağım geceden günden beri
yasağa çalıyor hep diliniz

elleriniz kırılsın diyorum da
diliniz tutulsun üşümekten
korkunuzu sarıp sarmalayın
ben geçmedim, siz geçiniz!

yalan cadde, zulüm sokak
no yok diyorum, susmuyorum
ezberlense bari bu şiir, nedensiz
kan damlıyor, mayın gibi güneşiniz.


turgay kantürk
1 Mayıs 2008

30 Nisan 2008 Çarşamba

ŞAİRİN KUM HAVUZU

Hepimizin bilindik, bilinmedik bir sürü takıntısı var yazarken; nesneler, durumlar, mekanlar gibi. Gün ve gece, uyku ve uyanıklık arasına sıkışmış birçok an’da, yaratırken, daha doğrusu yaratmaya yeltenirken yanımızda yöremizde bulundurmaya özen gösterdiğimiz, gördüğümüzde içimizi rahatlatan, bu dünyadaki yabancılığımızı azaltan ‘şeyler’ diyebiliriz bunların tümüne.
Git gide olgunlaşacak yerde, büyümekten imtina eden, bu haylaz çocuk-adam’lardan biri olarak, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman da oldukça seçkinci bir titizliği çağrıştıran çokça takıntım var benim de; kalemler, defterler ve kimi küçük nesnelerden oluşuyor bu bana ait olmazsa olmazlar! Ama gerçekten öyle mi acaba?
Doğrusu merak ettiğim şeylerden biridir, Antonin Artaud ‘Tanrı Yargısının İşini Bitirmek İçin’ inde yer alan metinleri yazarken, bu türden eşlikçileri var mıydı? Onlara gerek duyuyor muydu? Varsa, nelerdi bunlar?
Bu soruları bir kenara bırakıp, benim nafile ‘züppeliklerime’ dönelim ve kalemlerden başlayalım. Dolmakalem her zaman tercihim, tercihten de öte tutkum olageldi. O mürekkepsiz ve sıkça tükendikleri halde tükenmez denen kalemlerden hep uzak durdum. Kurşunkalemleri de severim çocukluğumdan beri; ama pek kullanmam, yine de yazı masamda uçları her zaman açık, yüksek esinlerime(!) hizmet etmeye amade onlarca kalem hazırolda bekler; ençok da işlenmemiş ağaçtan yapılma ‘Austuralian Bush Pencil’ımı severim. Dolma kalemlerimse Mont Blanc’dan Harley- Davidson’a uzanan bir marka çeşitliği barındırsa da en sevdiğim ‘no name’ olan mavi oyalı ve küçük taşlı olanıdır.
Defterlere gelince; daha bir delirdiğim, her zaman iştahı yerinde, açgözlü bir çocuk gibi saldırdığım söylenebilir defterlere; kesinlikle zaaf diye bir şey varsa, bu durum o durumdur. Rhodia’nın saf kağıttan ürettiği defterlere bayılırım. Tercihim 240 sayfalık, 14.8x21 cm ölçülerinde olan, 100 gram kağıdın kullanıldığı çeşididir; pür kağıttan elde edildiği için bembeyazdırlar ve her zaman çağırırlar sizi. Bir başka defter tercihim de PaperBlanks’in ürettiği Rönesans stili, eski deriyle kaplanmış, ciltli ve deri mıknatısla tutturulmuş ince uzun defterlerdir. Ama Japon tasarımcı Makio Hasuike’nin tasarladığı, İtalyan üretimi, siyah kapaklı ‘MH Way’ serisinin defter ve bloknotları her açıdan bir numaramdır; günlük hayatta kullanımları, taşınmaları ve sakınma duyusu oluşturmamaları çok iyi gelir bana. Gerekirse bir sayfa koparıp atabilir, hoyrat davranabilirim; buna izin vermesi en iyi yanıdır.

Yazı masam bilgisayar dışında defterler tarafından işgal edilmiştir. Çoğu tarih atılmış, isim konmuş ya da bir konsepte karar verilmiş ama başlanamamış, el değmemiş olarak dururlar; çoğunlukla kıyamam onlara. Bu sessiz ve ıssız halleri içimi acıtsa da, kimi zaman saatlerce onların tozunu aldığım olur. Defter olarak en son gözdem, bir dostumun benim için özel olarak yaptırdığı tümüyle siyah bir defter; iç sayfaları ve kapağı simsiyah, beyaz kalemle yazmaya başladım ve bittiğinde tıpkı basım yapılması gereken bir durum söz konusu. Defterin adı ‘Be Yaz Kalem!’ .
Kalem ve defterler dışında, kimi küçük nesnelere olan düşkünlüğümden de bahsedeyim biraz. Son yıllarda küçük mavi tonlarındaki cam nesneler süslüyor yazı masamı ya da kalabalıklaştırıyor demek daha doğru olur. Küçük de olsa bu mavi cam şişeler, küllükler, lambalar, vazolar, mumluklar vb. oldukça yer tutuyorlar.
Yazı masamın diğer olmazsa olmazları kitaplar; kendi kitaplarımı da bulundururum masamda, kendimden araklamak ya da farkında olmadan kendimden araklamamak için. Fransız şiirinden yapılan çeviri derlemeler, şiirimizin birkaç uç ismi ve yazım kılavuzları (doğal olarak) eşlik eder bana.
Yazarken kimi okumalar da yaparım zaman zaman. Yazmaya çalıştığım şey’in benzerlerini ve akrabalarını masaya yatırırım çoğu kez. Kimi zaman sözlük çalışması da yaptığım olur; dağarcığımı geliştirmek için. Şiirlerime girmemiş, orda nefes almayan sözcükleri de not ederim bir kenara. Gün gelir yaşarlar onlar da; yazarlığın tanrı katı da bu olsa gerek!
Kağıt kalemle başlayan serüven daktiloya, ondan da elektronik daktiloya dönüştü zamanla. Ama kısa sürdü bu dönem; MacClassic birçoğumuz gibi benimde ilk bilgisayarım oldu. İnternet’i de ülkemizde ilk kullananlardan biri oldum; o zamanlar AnadoluNet üzerinden erişilen resimsiz sayfalar söz konusuydu. Şimdiyse kablosuz ağ ile evde üç bilgisayarla çalışıyorum; gerekli mi? Hayır. Biri iMac olmak üzre iki dizüstü, bir de yazı masamdaki PC. Genellikle kağıt kalemle yazsam da, temize çekerken araya mekanik bir şeyin girmesini tercih ederim; metne yeni bir mesafe ve yabancılaşma getirmesi hoşuma gider, yazdıklarıma karşı nesnel davranmama neden olur çünkü. İnterneti de yoğun olarak kullanıyorum ama edebiyatla ilgili değil. Yalnızca kişisel zevklerimle ilgili bilgilere ulaşmak ve vazgeçilmez tutkularımdan müzik için. Müzikle ilgili inanılmaz bir açlığım, açlıktan da öte oburluğum söz konusu. Yeni olan her şeyi dinlemek ve arşivlemek gibi bir takıntımın varlığından çok kişi haberdar ve onların da işine yarıyor bu durum!

Aslında tüm bunların yazıyla, şiirle ne ilgisi var, onu da çözebilmiş değilim!

Çağlardır (teknolojinin gelişimine koşut olarak) tüm bu nesneleri gereksinmemiş birçok yazı insanı, acı insanı geçti bu dünyadan ve olağanüstü verimleriyle insanı zenginleştiren yapıtlar bıraktılar. Bu iç burkucu romanların, imbiklerden süzülmüş öykülerin, sessizliğe adanmış dizelerin ya da gözü yaşlı mektupların hangi kalemlerle, kağıtlarla, daktilolarla ya da bilgisayarlarla yazıldığını hiç mi hiç düşünmüyoruz bugün. Yalnızca insanda bıraktığı derin iz ilgilendiriyor bizi, beni ve benim gibileri.

Başlardaki Antonin Artaud’yla ilgi soruya dönersek; insanlık tarihinin çoğunlukla deli yaftasıyla ödüllendirdiği bu sıra dışı yazar, yukarıda sözünü ettiğim yapıtı üretirken; uygarlık tarihinin büyük öngörülerini hissederek, daha 1947’de vahşi kapitalizmin birey üzerinde yaratacağı dönüşümleri tespit ederken ve insan’ın (kanlı canlı insanın) nerdeyse etinin içinde yol alıyormuşçasına bir duyu uyandırırken; kan, irin, kusmuk, sperm ve pislik içindeki ışığı ararken, bizim bu süslü oyuncaklarla dolu kum havuzlarımıza da ileniyordu kuşkusuz!!!
Bugün yaşadığımız dünya, şairi ateşten bir çemberin içine alarak, yalnızlığının oyuncaklarıyla oynamaya mahkum etmedi mi? Bu çemberi kırmak için ne yaptığımızı (ya da yapmadığımızı/yapamadığımızı) sormalıyız kendimize. Öldürülenler oldu bu yolda, yakılanlar da!
Her şeyimi çöpe atmak istiyorum şimdi!

29 Nisan 2008 Salı

KAHKAHADAN GÖZYAŞLARINA: JEAN TARDIEU

1903’te Saint-Germain de Joux’da doğan Jean Tardieu çok küçük yaşlarda şiirle düşüp kalkmaya başladı. İlk şiirlerini yazdığında yedi yaşındaydı. Molierè’in oyunlarına karşı büyük ilgi duydu. İlk güldürüsünü yazdı; Le Magister Malgè Lui (1918). Bu arada felsefeye de ilgi duyan Tardieu on sekiz yaşında entellektüel bir sürmenaj geçirdi. Bir gün ayna karşısında tıraş olurken varoluş olayının yabancılığını ayrımsadı. Bu olay onun yaşamında derin izler bırakacaktı. Sonraki yıllarında birçok şair ve yazarla tanıştı. Bunların arasında Gide de vardı. İlk şiirleri Gide aracılığıyla N.R.F’de yayımlandı. İlk şiir kitabı 1933 tarihini taşır; Le Fleuve Cache (Gizli Irmak). 1940-44 yılları arasında Fransa’daki Direniş’in gizli yazınsal etkinliklerine katıldı. Eluard ve diğerleriyle ilişki kurdu. Paris’in kurtuluşunu izleyen yıllarda oyun yazarlığına yöneldi. Yeni bir çizgi arayışı içinde iki kısa oyun yazdı: Qui est-la? (Kim var Orda) ve La Politesse Inutile (Gereksiz Nezaket). Oyun yazarlığının yanı sıra şiiri de sürdürdü. Çeşitli ressamların yapıtlarına şiirsel metinler yazdı.
Yazınsal yaşamını kabaca özetlemeye çalıştığım Tardieu, hiç kuşkusuz görkemli Fransız yazınının büyük şairlerinden değil. Şiirini Saçma’nın kıyılarında dolaştıran şair, dili kullanımı ve izlekleri değişik boyutlarda, biçimlerde kullanmasıyla önem kazanıyor. ‘Saçma’yı sorunsallığı içinde anlatmayı amaçlayan birçok şairden, şiirde, sözcüklere verdiği önemle ayrılıyor. Şiirde sessel devinime her şeyden çok değer veren Tardieu, yaşamın yansıması olarak görür ritmi. Şiirse yaşamsal devinimin sese dönüşmesidir. Bir konuşmasında şiirden şöyle söz eder; “Kâh dünyayla uzlaşmış olmak, kâh sürgünde olmak; bu, başka bir şeyin var olduğuna inanmaktır; görünenin ardından görülmeyen bir şey. Sizinle konuşan, hiç bilmediğiniz hem de çok iyi bildiğiniz, sizi belirsiz bir yere götüren bir ses. Kâh güven verici, heyecanlandırıcı, kâh tedirgin edici ya da tümünü birden içeren bir şey. Şiir benim için bu olmalıydı. Ve şimdi de bu olduğunu düşünüyorum, en azından belli ölçülerde.”
Tardieu’nun şiirsel evrimi, yapmanın ve yok etmenin karşıtlığını içerir. Sanatsal anlatımı hiçbir zaman hiçlemez. şiirinde kolaylıkla görülebileceği gibi özden gelen kalıcı bir arılık vardır. Bir çocuk gibi şaşkındır. Her şeyle eğlenir. Ona ciddi bir hava vermekte güçlük çeker. aksaklıklarla dalga geçer. Kimi de bilerek yapar bunu; “Örneğin çok basit, çok bilinen sözcüklerden yola çıkıp, yinelemelerden korkmadan, bir bestecinin notları düzenlemesi gibi düzenliyordum şiirlerimi... Sözcükleri garip ve gülünç yönleriyle görüyordum. Ve bu da ‘gülmece’nin egemen olduğu şiirler verdi. Grotesk bir kişilik yaratmaya dek gittim: Professeur Froeppel ve ona ciddiyetsizlik yargısına vardığım deneylerimi malettim. Örneğin sözcükleri düzenli bir biçimde, birini diğeri için almak. Ya da tümüyle saçma ‘küçük sorunsallarla’ bilimleri ve felsefeyi yansılamak.”
Çok sayıda şiir kitabı var Tardieu’nün. Kimi önemli yapıtlarını kısaca anmak ve şiirsel serüvenini az da olsa belgelemek istiyorum. 1943’te yayımlanan Le Temoin Invisible’de (Görünmez Tanık) yoğunluk ve kısalık göze çarpar. Fransız şiirinin söze verdiği öneme ve ağırlığa karşı koymaya yönelir. Büyük korkuları ve tedirginlikleri küçük şiirlerle karşılamaya çalışır. Ritmik bir düzenleme içinde az söz ve az imge kullanmaya özen gösterir. 1947’de yayımlanan Iours Petrifies’deyse (Taşlaşmış Günler) lirizme en sadık olduğu şiirleri içerir. Ürpertici düşünceye tümüyle bağlıdır. Duygusal bir tutumla yazar. Savaş sonrası söze değer vermeye bir dönüş gözlenir. Sözcüklere bağlanır. Burada E. Noulet’nin bir saptamasını anmak istiyorum; “Onun için sözcük, nedensiz kavga aranan bir aşk gibidir.” Artık yapıtlarında düşleme büyük yer ayırır. İzleği tek gibidir; “Monsieur, Monsieur” (Bayım, Bayım 1951); ciddi ve ‘gülünç’ü karşı karşıya getirir. “Bayım, Bayım” felsefeyle yapılan gülmecenin yetkin örneklerinden biridir. E. Noulet, Tardieu’nun bu yapıtında Queneau ve Prevert etkisi gözlediğini söyleyecektir. Ama yine de Prevert-Tardieu ayrımını koymayı unutmayacaktır. Gülmecenin doruğa ulaştığı bu yapıt Tardieu’nun gülmeceden bir şeyler beklediğinin açık kanıtıdır. Oyun yazarlığında da gülmecenin önemli bir yer tuttuğunu anımsatalım. Tardieu, J.M. Le Sidaner’in “Yaptınızda ve diğer (yazılarınızda) ‘gülmece’ye hangi rolü veriyorsunuz” sorusunu şöyle yanıtlar: “Hatırı sayılır bir rol. Şiirde, romanda, tiyatroda kullanılan gülmece, çağcıl yazının en büyük fetihlerinden biridir... Şaşkınlık veren bir tür ‘tanrı elçisidir...’ Başkalarında (ve bende) gülmece, yalın neşenin ama aynı zamanda duygulanmanın, karakaygının, kuşkunun ve hatta belli bir umutsuzluğun izlerini taşır”
Daha sonraki yapıtlarında imgeden kopuş gözlenir. 1954’te yayımlanan “Une Voix Sans Personne” (İnsansız bir Ses) yalın şiirleri içerir. ‘Şiirin kıraliçesi’ dediği imgeden kopar. Sıradan sözcüklere bağlanır.
Tardieu bizde az da olsa oyun yazarlığıyla tanınıyor. Kısa oyunlarının toplandığı iki ciltlik yapıtından çevirirler, “Sekiz Oyun” adıyla yayımlanmıştı. Zehra İpşiroğlu’ysa “Uyumsuz Tiyatroda Gerçekçilik” adlı yapıtında Tardieu’yü bir dipnotla anmakta. Aziz Çalışırlar’ın “Gerçekçi Tiyatro” sözlüğü adlı çalışmasında kısa bir madde olarak yer almakta Tardieu.
Tardieu’nun oyun yazarlığı üzerinde kısaca şunlar söylenebilir: Çağdaş insanın içinde bulunduğu bunalımı anlatan uyumsuz (Absurd) Tiyarto yazarlarının yanında yer almaktadır. Genellikle kısa olan bu oyunlar deneyse bir ugulama etkisi uyandırmaktadır. Oyunlarının izlekleri, şiirlerinde de olduğu gibi dilsel bir devinimin ürünleridir. Olaydan çok dile önem verir. Olayın yeğlendiği oyunlarsa daha çok güldürüleridir. Bu güldürülerde de her çağ yapıtında olduğu gibi gelenek çatışmalarını kullanır. Gelenekse tiyatroya bir tepki gibi görünen Tardieu tiyatrosu şiirsel boyutlar taşımaktadır; “Tardieu’nün tüm yapıtı şiirdir, oyunlarında da, düzyazılarında da.” Şiirlerinde gözlenen konuşma eğilimi oyunlarının yönlenmesinde büyük önem taşır. Şiir ve oyunu tümleştirdiği önemli yapıtı “Une Voix Sans Personne” da şiir oyun denemesini gerçekleştirmiştir.
Tardieu oyunları üzerine yöneltilen bir soruyu yanıtlarken şöyle der: “Bir erek sapladım kendime, belki çok hırslı (çünkü tasarılarımın bir bölümünü gerçekleştirdim) belli başlı teatral biçimlerin çevreninde dolaşmak; klasik ya da çağdaş, kısa oyunlar halinde, kimileri şiirsel kimileri de gerçekten yansımalı (parodik)... Bunun içindir ki, büyük bir bölümü kısadırlar. Nerdeyse ‘skeç’tirler... Bu oyunlardan kimileri ‘Profesör Froeppel’imin gülünç zırvalarına yakındır. Diğerleri düşe, karabasana dek gider. Tümü benim için, şiirin başka biçimleridir. Bunlar, istenilen belli bir ayrım, belli bir alışılmamış ışıklandırma aracılığıyla, yakalanmaya çalışılması gereken gizli bir gerçeğin değişik yaklaşımlarıdır. Ve yapıtlarımın tümü gibi, denilebilir ki ‘kahkahadan gözyaşlarına’ giderler.”

'METAL AYİNLER’ VE ‘ŞARABİ HAYATLAR' ARASINDA; ŞİİR!

Metin Cengiz’in son şiir kitabı “Gençlik Çağı”nda,(1) şiirinin temel ikileminin daha da belirginleştiğini söylemek yanlış olmaz kanımca Birincisi; yaşamı estetize ederek elde edilmeye çalışılan şiir, ikincisi; estetize edilmiş yapı olan şiirden elde edilmeye çalışılan yaşamsal katkı. Modernizmin başlangıcından bugüne, birçok sanatçıda (yaratıcı sanatçıda) görülen bu iki eğilim, Pavese’yi izleyerek söylersek; Mallarme ve Withman örneklerinde kişileştirebileceğimiz bu iki eğilim, Metin Cengiz şiirinin de temelini oluşturur. Biri şiirsel yazının değiştirilmesi yolunda, görsel-işitsel hazzı ve estetize edilmiş mutlak şiiri arayarak sürdürülen çaba (tekilci), diğeriyse yaşamın değiştirilmesi yolunda, dünyasal hazların, yanı sıra eşitlikçi ve kardeşçe bir yaşamın şiirini arayarak sürdürülen çaba (çoğulcu).
Modernizm sonrası şiirin bu ilk uç eğilimi, özellikle Doğu şiirinde yan yana görülür. Yaşadıkları ülkelerin dünya üstündeki konumlarını da sorgular çünkü şairler. Onları toprağa bağlayan şeyler, gündelik hayat ve soludukları dildir. Birbirlerine tutsak bu ikizlerin varlık sorunları, birlikteliğin karşıtlığından da güç alır kimi zaman. İşte bu bağlamda Metin Cengiz şiiri sözünü ettiğimiz iki eğilime birden (zorunlu olarak) kucak açarak, yeni bir dil arayışına yönelir ya da şiiri bu çelişkinin özünde arar.
Daha önceki kitaplarında da izlenen bu dirim, bir önceki yapıtı “Şarkılar Kitabı”ndan(2) başlayarak belli bir dengeye oturur ve arayışını biraz daha yoğunlaştırarak sürdürür. Betimleme ve imgenin kol kola yürüyüşü görülür onun şiirinde. Modernizmin eleştirel gözlüğünü takındığını ve sözünü (şiir içre bir damıtmayla) sakınmadan söylemeye çalıştığını da eklemek gerekir. İçrek bir şiir değildir. Metin Cengiz’in şiiri, birilerine (çoğu kez bir topluluğa) bir şeyler söyleyen, öneren, zaman zaman da öğreten bir tonlama takınır. Son şiir kitabı “Gençlik Çağı”nda, aynı adı taşıyan ilk bölümde yer alan 46 şiirde bunun örneklerini görmek olasıdır: “Kuytu Zamanlar” (s.18), “Yazgısını Yazmak...” (s.20), “Şeytan” (s.32) “Günümüze Ağıt” (s..38) vs. “Gençlik Çağı” başlığı altında toplanan bu şiirlerde, adının imlediği şeyin tam tersi bir durumla da karşılaşırız. Gençlik çağı bitmiştir artık; ihtiyarlığın başladığı çağa doğru akmaktadır zaman. “Gövdem Toprağa Dua” (s. 25) adlı şiirle daha bir belirginleşen bu durum, gençlik çağının çoktan bittiğini göstermektedir. “Yaşadım, yaşayacağımı” diyen şair, ‘saatlerin iksir’ olduğu bir dönemi yaşar gibidir; zaman azalmaktadır ve sıkışma başlamıştır. Azraille karşılaşma anını tasarlamakla sonlandırır şiiri. Kuşkusuz, nerdeyse bir Ronssard tadı içeren bitişteki üç dize, şiirin ilk dörtlüğünde yer alan “zincire vurulmuş şarkıların filizi” dizesinin zayıflığını örtmez. Bu dize Metin Cengiz şiirinin taşıdığı temel ikilemin, denetimsiz bir anından artakalan tortuyu anımsatır ve iki eğilim içermenin riskine tipik bir örnek oluşturur. Buna karşın sözünü ettiğim şiir şairin geldiği noktayı açık biçimde ortaya koyar ve varacağı, varmak istediği noktayı da işaret eder.
Bu iki eğilime bir başka kanıt, şairin kullandığı sözlük, söz dizileri ve imgelerden oluşan ‘dil’den gelir. Şiirsel yazının değiştirilmesi yolunda, görsel-işitsel hazzı ve estetize edilmiş mutlak şiiri arayarak sürdürülen çabayı (tekilci) imleyen kimi sözcük seçimleri; şiir, imge, zaman, ayna, şarap, aşk, nergis, ruh, mürekkep, sır çocuk, kitap, gök gibi. Yaşamın değiştirilmesi yolunda, dünyasal hazların, yanı sıra eşitlikçi ve kardeşçe bir yaşamın şiirini arayarak sürdürülen çabayı (çoğulcu) imleyen kimi sözcük seçimleri, halk, bayrak, anarşist, kürt, sabotaj, ordu, zindan, sivas, isyan, menzil, asker, slogan,hapishane, faili meçhul gibi. Yaşadığı toprağa ve dile kökten bağlı şair tavrına iyi bir örnektir. Metin Cengiz; birçok çeviri çalışması bulunan şair, dünya yazınını izlemeye gayret eden, şiir kuramına yakın duran bir yazar kimliği de oluşturmuştur, verimleriyle. Ki, iki uçlu bu eğilimin bir ucunu destekleyen bu çabalarıdır. Sözün davası ile yaşamın davasına adanmışlığın izleri sürülür şiirinde.
Kişisel yaşam deneyimlerini erittiği bir söze de çalışmaktadır. Metin Cengiz. Kitabın ilk bölümünde yer alan kimi şiirler buna örnektir. Zaman zaman aşk, şarap, anne ve baba sözcüklerinin izinden giden ve sonuçta oluşan temalar, şair kişinin geçmiş ve şimdiyle hesaplaşmasını, şiirsel sözde erittiğini gösterir. İlk bölümde yer alan şiirlerin, hemen hemen tümünde, sözcükleri takılarından arındırmaya çalışarak, oları yalın halleriyle kullanmaya özen gösteren, bütünde yaratılacak etkiyi göz ardı etmeden, dizede yoğunlaşan şair, dize işçiliğine önem veren bir tavır sergiler.
Kitabın ikinci bölümünü oluşturan 24 şiir, “Meseller” başlığı altında toplanmış ve şairin yine sözünü etmeye çalıştığımız eğilimlerini belgeleyen başlıklar taşır: “Yalnızlık Meseli” (s. 61), “Yurtseverlik Meseli” (s. 63), “Oyun Meseli” (s. 66), “Umut Meseli” (s. 71) örneklerinde olduğu gibi. Meseller başlığı altında toplanan bu şiirlerin temel özelliği, şairin birebir yaşamdan ürettiği şiirler olmasının dışında, kimi bir anın, kimi bir görüntünün, kimi de bir sözün izinden giderek, o durum yorumlanarak, yani şairce bir anlama dönüştürülerek oluşturulması. Kimi bir minibüs yazısından, kimi bir şairin dizelerinden, kimi kez de ihtiyar bir bilgenin söylediklerinden yola çıkarak oluşturur şiirini. Metin Cengiz’in bu bölümde konuşma diline daha bir yakınlaştığını, parçadan daha çok bütüne önem verdiğini de söylemek gerek. Nerdeyse başlı başına bir kitap özelliğini taşıyan bu şiirler, betimleyici özelliklerinin yanı sıra hayattan süzülen imgeye de iyi bir örnek oluşturuyorlar. Gerçeklik duygusunun daha bir duyumsandığı, hayatın ve şiirin daha bir elle tutulur, ele gelir bir hal aldığı şiirler bunlar. Gerçekle imgenin uyumlu birliği de diyebiliriz bu duruma.
Metin Cengiz yeni kitabı “Gençlik Çağı”nda, yaşadığı çağın, bu toprakta yaşananların bir panoramasını sunuyor bize, şiirinin olanaklarını geliştirerek. Umuda yakın durup, umarsız gerçeği görerek ve göstererek. Şöyle demiyor muydu Pavese, çağımızdan söz ederken: “Yaşadığımızın bir akşam alacası mı, yoksa yeni bir sabah mı olduğunu bile bilemiyoruz.” “Metal Ayinler” ve “Şarabi Hayatlar” arasında sıkışıp kalan şiir gibi. Biz de öyle!


1. Gençlik Çağı, Yön Yayıncılık, 1998
2. Şarkılar Kitabı, Papirüs Yayınları, 1995

KAMELYASIZ KADINLAR

Geçen son on yıl içinde yayımlanan romanları ve öyküleriyle yazınımızda önemli bir yer edinen Selim İleri, incelemeleri ve eleştirileriyle de yazar kişiliğini iyice belirginleştiriyor. “Çağdaşlık Sorunları” (1978) ve “Uzun Bir Kışın Siyah Günleri”nde (1981), İleri’nin Türk romanı ve öyküsüne –giderek düzyazısına– geçmiş yazınsal, düşünsel yaşamımıza bakışı, kuşkusuz kendi romancılık serüveni açısından da, önem taşıyordu. Yazarlığının gündeme geldiği günden bugüne değin yazınımızı tümlük sorunuyla karşı karşıya gördüğü açıkça belli olan İleri, yazdığı roman ve öykülerde de geçmişe yaptığı göndermelerle, var olan kalıtı değerlendirmeyi öngörüyordu. Romancı kişiliğiyle yazarlığını her olanakta tümleştirmeye çalışırken de yazınsal ve yaşamsal olanın aşmasını yapıtlarına konu ettiğini anımsayacaktır okurlar. İşte, birçok alanda yapıt oluştururken (roman, öykü, eleştiri, inceleme, deneme) işlediği sorunları başka başka biçimlerle, biçemlerle irdelemeyi sürdüren, giderek sanatçı kişiliğini yazdıklarıyla tümleştirme kaygısını her zaman duyumsayan Selim İleri, yeni bir incelemesiyle çıktı okur karşısına; Kamelyasız Kadınlar.
Adının da çağrıştıracağı gibi yazınsal bir yapıta konu olmuş kadını –kadınları– öne çıkararak, o dönemin koşullarını, toplumsal ve yaşamsal sorunlarını irdeliyor kitaptaki yazılar. İleri, geçmiş yazarlarımızın (yapıtta söz konusu edilen yazarlar; Namık Kemal ve Samipaşazâde Sezai’dir) kadın kahramalarından yola çıkarak, düzyazımızdaki düşünce ve duyarlık arasındaki ilişkileri, kopuklukları imliyor. Namık Kemal’in “İntibah” ve “Akif Bey” adlı yapıtlarından söz açan iki yazıda dönemin diğer yazarlarına, siyasal yaşama, yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkiye, bireyin orunlarına değin ’sorunsallık’ taşıyanbir çok olgu tartışılıyor, açımlanıyor. Samipaşazâde Sezai’nin “Sergüzeşt”ini irdeleyen yazıdaysa Türk yazınında özgürlük kavramını yer alışı, gündeme gelişi anlatılıyor.
On dokuzuncu yüzyıl sonlarında Osmanlı toplumunun geçirdiği çöküş sarsıntılarının sürekli duyumsandığı bu yazılarda, dönemin aydın sorununu, yazar ve düşünce adamı ikilemi arasında sanatçı kişinin ‘gelgit’ini, bireyleşme isteminin yazarlarca nasıl önlendiğini, kurmacanın bir kez daha toplumsal sorunlar karşısında dize geldiğini alımlamak olası. Bir incelemeden çok –yer yer– deneme tadını barındıran bu yazılar, İleri’nin yalın ve arı anlatımı akıcı biçimiyle okuru kendine bağlayacak, yaratımsal kişiliklere bakışını etkileyecektir kanımca.
Gelenek bağlamında, kendi yazar kişiliğini geçmişin satırları arasında arayan İleri, nesnel açımlamaları, önemli saptamalarıyla ‘kamelyasız kadınlar’dan ‘kamelyasız insanlar’a değin İleri’nin incelediği yapıtların yazarları da kahramanlarını, kendi kuruntuları (kurmacaları) olan kahramanlarını savunmazlar. Yaşama biçimimize, toplumsal yapılanmamıza koşut bir olgudur bu da. Giderek yazarın da ayrıksı kişiliğiyle, toplam ve toplumla olan çelişkileriyle bir ‘kamelyalı’ya dönüştüğünü duyumsarız.
Geçmişte kurduğu iletişim ölçüsünde bugüne yaptığı göndermeler de gözden kaçmamalıdır yazarın:
“Töre iyiyle kötüyü birbirinden çok keskin çizgilerle ayırmıştır. Bir renk dalgalanması arayan sanatçı, boşlukta kalır bu yüzden.” (s. 12)
“Giyim kuşamdaki yenileşme, gerçekte, Batılılaşmayla birlikte beliren ve daha değişik bir güzelduyu anlayışının sonucudur. Bu doğal ifadelerin ve dışavurumlarının yadırganmasındaki baş etken, halk tabakalarının giderek yoksullaşması, iktisadi, siyasi hayattaki akıllara durgunluk verici tutarsızlıklar ve dengesizliler, nihayet savaş yıkımlarının yarattığı büyük kayıplardır... Yoksul halk, zengin tabakayı kendi doğal koruyucusu saymaktadır. Yoksulla zengin arasında, herhangi bir sınıfsal uzlaşmazlığa rastlanmaz.” (s. 16)
“Düşünce, ahlakla ikide birde çatışır. Tutucu törel ahlak olup bitenleri mahkûm etmekte, ama meselenin köklerine inmemektedir; geçmişin ahlaki ilkelerine dönmekten başka çare aranmaz. Yeniyi savunan ileri çevrelerse, hangi yolda yürüyeceklerinin tam bilincinde değillerdir.” (s. 16/17)
“Aslında herkes başka bir şey söylemek istemekte, ama istediğini açıkça konuşmaya yanaşmamaktadır. Daima, ikiyüzlülük, kaypaklık belirir ve dokuya sızar.” (s. 17)
Selim İleri’nin “Kamelyasız Kadınlar”ında yer alan üç yazı da (Bir Peyzaj Denemesi / Kamelyasız Kadınlar / Esaret ve Özgürlük) kısaca değinmeye çalıştığım sorunları, sorunsalları irdeliyor. Yazılar kendi başlarına oluşturdukları yapı dışında da bir tümlük oluşturuyorlar. Ben de bundan çıkarak üç yazının ana izleklerini imlemeye çalıştım. İleri’nin geçmişe bakışının bugüne kazandıracaklarının yalnızca bir yazınsal etkinlik olmadığını söylemek isterim. Güncelliğin her şeyden çok ilgi gördüğü yazınımızda geleceğin geçmişle değerlendiğini, belirlendiğini anımsatan çabaların yanında yer almaktadır “Kamelyasız Kadınlar”.

YİTİK RUHLAR İÇİN MASAL: OTOBEN

Genç-yeni şair için yolculuk çoğun dergi sayfalarında görünmeye çabalamakla başlar. Zordur bu yol da, bu yolda konaklanan hanlar da. Yollardaki tüm imler yanlış yönleri gösterir, yani kendi doğrularını. Gece yarılarında uğranan hanların tüm odaları tutulmuştur. Ustalar uyuyordur, yumuşak yataklarda. Belki bir el uzanır karanlıktan, o kadar. O uzun yolun başında nerelerde konaklanmaz ki! Her genç-yeni şair gibi Cenk Koyuncu da dergilerde göründü, ne ki şiirlerinden çok söyleşi ve yazılarıyla. (Kendine yer açmanın kurallarından biri bu. Hangimiz bu yoldan geçmedik ki!) Yanılmıyorsam eski’Z, Yaşasın Edebiyat ve Şairin Atölyesi gibi birkaç dergide birkaç şiiri yayımlandı. Bir elin parmakları bile değil. (Oysa yazı ve söyleşilerinin yayımlandığı dergi ve gazete adları daha kalabalık; Yeni Gündem, Cumhuriyet Kitap Eki, Gösteri, Sanat Dünyamız, Kitap-lık vs...)
“O da kalbinizdeki boş oda”daki ezgili kutular gibi, açıldıkça kendine dökülen türküler tutturdu, her genç-yeni şair gibi. Ara sıra oynanan ‘küçük’ oyunlara katıldı; yazmak istemediği yazılar yazdı, sormak istemediği sorular sordu. Bir yolgeçen hanında hiçbir şey beklendiği gibi değildir; sanırım ilk bunu öğrendi. Şiir uzun, ömür kısa mıydı?Bunu da sordu kendine:
“-Anne, niye öldüğünde bitecek bir şiir gibi doğurdun beni?/ Ve nerde bu tinin şairi. (s.25)
Öyleyse çabuk davranmak mı gerekiyordu? Bunu da sordu kendine. O yanıtını düşünedursun duvarlar çatılmıştı bile. Bir yol kitabıyla geliverdi: Otoben (Altıkırkbeş Yayın, Aralık 1993)
Okuyanlar kitabı sevdi; herkes bir yoldan geliyordu çünkü. Kimi yolcular gittikçe dönüyordu. Otoben’in yazarı bunu da ifşa ediyordu. Bu yazıyı yazan, Blanchot’nun tasarım konusundaki olumsuz görüşlerine olumlu yaklaşıyordu. Nerde okuduğunu sordu kendine. Anımsamıyordu. Kitap-yani Otoben (O kitap, bu ki tap, şu kitap) tasarım mıydı? ‘Tasarım’ın ancak bu kadar bir zamanda mı kendini tasarlayacağını sordu. (Kitaptaki şiirler 1987’den 93’e uzanan 6 yıllık bir şiirsel kalkınmayı içeriyordu.) Kitabın neden beş bölümden oluştuğunu sormadı? Çünkü tüm bölümler aynı yola çıkıyordu? Çıkıyor muydu? Bir çocuğun ölümden sonraki hayatımıdır şiir? Bunu sormadı. Çünkü yanıtını biliyordu. Yazarak kendine saklamamış oldu. Bu kitapta sevdiği şiirler oldu. Yolunu şaşırmak istediği oldu. Duraklarda beklediği oldu. Yoldan dönmek zordu. (Yazdı ya! Tüm sokaklar şiire çıkmaya çalışıyordu.) Kaybolduğu sokaklarda tanıdık yüzler buldu. Kaç kişiyiz, diye sormadı. Bunun da yanıtını biliyordu. Ölülerle selamlaştığı oldu. Gölgeler peşimizi bırakmıyordu.
Kitabın 5. bölümü kendine yeni yüzler arayan bir çocuğu okşuyordu. Okur-kişiye ilk şiiri aynaya tutmak kalıyordu. Kum saatini boşalınca kim ters çeviriyordu. Kimi şiirler tersten de okunuyordu. Cenk Koyuncu’nun cenkleri kendine yetmiyor muydu? Niye yeni yenilgilerin cengine çanak tutuyordu? Bu kitabı okuyanlar aynı soruları sormuyordu.
Bu yazıyı yazan tam kitabın kapağını kapatıyordu; (Kapak! Ulusel’in nedense kötü kapaklarından biri de galiba bu oluyordu. Bu bir ilk kitaptı, olsundu. Olmasındı!) yere düşen beyaz bir zarf buldu. Zarfın üzerinde ‘Gidemeyenlere’ yazıyordu. Bir yolgeçen hanında her zaman düşürülmüş bir zarf olurdu. Açtı: ‘Malum nedenlerle’ adanmış bir harf yağmuru önünde duruyordu. Şiirin adandığı Fakir İdris’i hiçbir yerden anımsamıyordu. Pek çok yerden anımsıyordu. Bu ne yaman bir çelişki olmuyordu. Üçe katlayıp kâğıdı zarfa koydu. Bu yazıyı yazmaya oturdu. Noktayı koydu:
Tasarladığı yazı bu muydu? Bilmiyordu’m!

DENİZ ESKİSİ VE ŞİİRİN GİZLİ TARİHİ

İlhan Berk adı günümüz Türk şiirinde önemli bir ad. 1935’ten bu yana şiirle düşüp kalkan Berk’in çok sayıda şiir kitabı var. Bir dönemi şiirimize değişik boyutlar getiren ‘ikinci yeni’ şiir görüşünün kuramsal yanını oluşturmaya çalışmış şairlerden.
Geçen yıl Berk’in “Deniz Eskisi” ve “Şiirin Gizli Tarihi” adlı yapıtları bir kitapta toplandı. “Deniz Eskisi”nde daha önce dergilerde izlediğimiz şiirleri bulunuyor şairin. “Şiirin Gizli Tarihi”ndeyse şair bizi mutfağında ağırlıyor sanki. Geçen bunca zamana karşın hâlâ şiiri düşünen, araştıran, anlamaya çalışan bir şairin notları var bu bölümde. Şiiri tanımlamaya çalışıyor şairimiz, şiirin tanıma gelmeyeceğini bile bile.
“Deniz Eskisi” 7 bölümden oluşuyor ve 28 şiiri içeriyor. Birinci bölümün adı Körfez. “Bindokuzyüzseksenyılında üç temmuz Cuma günü halikarnossosda inmiştir” gibi bir ayraç içiyle sunulan, “Littera Amor” başlıklı, beş bölümlük, düzyazımsal bir şiirden olşuyor. Berk bu şiirde, bir düşçesini anlatıyor; o dokunulmaz ve uzak aşkı. Yer yer “Uzun Bir Adam”daki yengeyi anımsatan, sise bulanmış bu dişi imgeyi:
...
Böylece her şey sizin yalın, arı beyazlığınıza bürünür kalır. O zaman işte bana sedir ağaçları, bana ceviz sandıklar, lavanta çiçekleri, bin yıllık ağaçlar gibi kokarsınız. Bakamam size. Bakamam çünkü her şey birden aşka dönüşmüştür. Göğül yüzünüz esrir, yeniden belirdiğinde, yeniden umarsız beyazlığınızlayımdır. Durur zaman. Ama ben o duran zamanın içinde, hep onun içindeymişim gibi (bilemeyeceğiniz) kadar mutluyumdur.”
(Littera Amor, 1 / s . 9)

Aktaran kişi olarak şair, kendinde, yaşamında arar bu imgeyi. Bizler için yalnızca bir imge olan bu sanrı kişiye sorular sorar:
...
Hem bilmem senin benim gibi bu dünyalarda dolaştığın olmuş mudur?
(Littera Amor, II / s. 10)


Şairimiz düş ve gerçek arası bir yerde durur ve daha çok bir düşü anımsatan bu aşkın geçtiği duygusal boyutları yakalamaya çalışır. Aydınlığa ulaşmamıştır hiçbir şey. Kimi ‘sen’ diye seslenir o imgeye, kimi de ‘siz’. Öylesine uzaktır ve bir o kadar da yakın. Yıkım da bu ara yerde gizlidir işte;

...
Bu yüzden ben ne zaman sizinle olsam, her sefer, yanınızdan küllerle çıktım. Orda sayrılı, varla yok arası kaldım.”
(Littera Amor, III / s. 11)

Berk şiir boyunca seslendiği bu imgenin, bu düşün, bu yaşanmış ve yaşanmamışın karşıtını belirleyerek noktalar şiirini, -şairin gizli yaşamından- bir ortaçağ yıkıntısından:

“...
Şimdi ne zamandır kapandığım koca bir dağın eteğinde, küçük bir dip odadan bunları size yazarken, benim yıllarca büyüttüğüm hep sizin o onmaz beyazlığınız olduğunu anlıyorum. Bunu bilemeyeceğiniz kadar da öyle bilmenizi isterdim.”
(Littera Amor, V/ s. 13)


“Arşipel” adlı ikinci bölümündeyse 13 şiir bulunuyor. Hüzünlü akşamüstlerini çağrıştırıyor bu şiirler. Tümümüzün yaşamında az çok yeri olan, çoğu kez atladığımız, ayrımsayamadığımız duyguları, duyarlıkları göz önüne seriyor şair. Durulmuş doğa görünümleri, bir göğün altındaki insanlar... En çok da gök ve deniz:

“Sandalyeleri düzeltiyor ihtiyar kahveci. Gök
kocamış. Kahve boş. Zeytinler, tavukla, incirler,
(Yerde bir kireç kovası, mısırlar, bir testi).
Bir parçası bunlar görünümün.”
(Adamlar, s. 27)


Üçüncü bölüm “Ölüler Kitabı” adını taşıyor. 3 şiir var bu bölümde ikisi kimi yapıtlardan esinlenerek yazılmış. Son şiirdeyse Şair’in ölümsüzlük isteği bir çığlıkçasına yükseliyor. Olanaksıza karşı gelen insanı -Şair’i- görüyoruz bu şiirde:

“Yaşamak ki bir sokaktı yaşandı
Aşılıp geçildi o da
Kalırım bir çağ gelir anarlar
Kalırsam kağıtlarda”
(Ölü Bir Ozanın Sağlığında ..., s. 39)


Dördüncü bölümse “Gök Kuşağı”. Bu bölümde “Üç Kez Seni Seviyorum Diye Uyandım” (s 43), “Aşklar İçinde Bir Kentin Herhangi Bir Kentin” (s. 44) ve “Yıkılıveriyordu Geceme Düşüveren Ağzın” (s. 49) adlı şiirler var. Tutkuların ve aşkın aykırı ve dille anlatımı öne çıkıyor bu şiirlerde:

“Ağzımdan diyorum daha çok ağzımdan öp beni
İnsan yaşarken bilmez yaşadığını.”
(Aşklar İçinde... / s. 44-48)


“Herakleitos Suları” adlı beşinci bölümdeki şiirlerde Berk, şair ile insanları, görünüyü ve ‘şiir’i yan yana getiriyor. Şiirin şiirine çalışıyor bu yerde.
“Gül Tansığı”ysa altıncı bölüm. 5 şiir var bu bölümde: “Taşlık Hamam Sokağı” (s. 59). “Kadınlar” (s. 60), “Burun/Dağ” (s. 61) “Parıltı” (S. 62) ve “Deniz Eskisi” (s. 63)
Yedinci ve son bölümdeyse İlhan Berk’in kaleminden B. Rahmi Eyuboğlu’nu ve Behçet Necatigil’i yaşıyoruz. Uzak bir kıyıya doğru yol alan iki şairimizi anımsıyoruz -ki bu bölümün adı “Kıyı”dır.-
“Şiirin Gizli Tarihi” İlhan Berk şiiri için ipuçları veriyor okura. Şair bu yapıtında şiir üzerinde düşüncelerini derlemiş. Tüm bir ömür boyunca düşünülecek, tartışılacak görüşler bunlar, bir şair için. Şiiri düşünen insanlar için de öyle. Şairin bu yapıtındaki her düşünce çağlar boyunca tartışılagelmiş, şiir-zaman, şiir-insan, şair-toplum gibi karşıtlıkları içeriyor. Her biri ayrı bir yazının konusu olabilecek genişlikte görüşler bunlar:

“Kurulu bütün düzenlere karşı çıkar şiir, Kendine bile. Bu yüzden tanıma gelmez.”
(s. 84)


“Şiiri düzyazıdan ayıran, anlamın, yani özün kullanılmış biçimidir.” (s. 87)

“Her şiir –tarih önünde– bir manatona hazır olarak doğar.” (s. 91)

Berk’in “Şiirin Gizli Tarihi” adlı yapıtı şiir üzerinde us yürütmekten öte şiirsel bir tadı da barındırmakta, bu küçük yazılarda. “Deniz Eskisi” ve “Şiirin Gizli Tarihi” İlhan Berk’in ustalık döneminden değişik tatlar sunmakta.

DENİZE DOĞRU KONUŞMA

Oktay Rifat sürekli arayışın yeniliğin, değişimin şairi kimliğini edinmiştir Türk şiirinde. Garip’le başlayan şiir serüveninden bu yana değin her yeni betiğiyle dikkatleri üzerine çekmiş, kimi zaman tartışılmış, kimi zaman da bir sessizliği beraberinde getirmiştir. Şiirimize yeni tatlar, yeni boyutlar getiren betikleriyle hep yetkinlik ardında koşmuştur.
Oktay Rifat geçen yıl yeni bir şiir kitabıyla yine dikkatleri üzerine çekti; “Denize Doğru Konuşma”. Bu betikte bir şiir anlayışının ürünlerini vermeye çalışmış şairimiz. Nedir bu şiir anlayışı? Bu anlayışın adını koymak yerine, betikteki kimi şiirlerin adlarına şöyle bir göz atmak yeterli sanırım: “Özdevinimin Sunduğu Külçeyi Akıl Yonmak İstiyordu”, “Elbirliği Eder Doğa Şiirin Oluşumunda İç Engellerdir Karşı Koyan”, “Donmuş İmgelemin Buzlarını Çözerek Kendini Kuşatmaya Çalışıyordu”, “En Aykırı Rastlantı Alışılmış İmgeden Daha Rahatlatıcı Görünüyordu.”
Şair, şiirinin hiç de tanışık olmadığı bir yönteme doğru akıtmış görünmekte şiirsel damarını. Arayışın şiirine çalışmış sanki. ‘Us’un bilerek uzak tutulduğu, içten geldiğince, gücünü rastlantıdan alan, anlıksal bir duyum, anlıksal bir büyü ve imge yüklü şiirler bunlar. Her dizede yeni bir görünümü, yeni bir duyarlığı barındıran -ama şiiri elden bırakmadan-, bir önceki dizeye bağlı görünen, içsel devinimin yönlendirdiği, anlamı kırmaya, bir söyleşiyi aşmaya çalışan, şairin bir şiirinde de dediği gibi onarmayı erekleyen şiirler:

“Onarmak onarmak ağacı vura vura gündüze hınçla sevinçle.
bir anlamı öldürür gibi taşla”
(Kitabın İçinde, s. 98)


Şair ‘us’u şiirlerinden bilerek uzak tutmuş demiştim. Ama bu görüşümü iki yerde çelmeleyen dizelere, şiirlere rastlamak da olası. Bu bir çelişkiden çok, bir eylem gibi görünüyor bana. Anlık bir düşüncenin ürünü bu dizeler. Şair yazdığını da değerlendirmeyi, şiiriyle anında iletişim kurarak gerçekleştirmiş,

“kötü yazıyorum bile bile tutkuların renginde.”
(Özdevinimi..., s. 22)


Şairin bu şiirlerinde imge en önemli öğe. ‘Dil’den, söyleyişten, betimlemeden çok imgeler yoğunluk kazanmış. Öyle ki yalnız imgeyle örülmüş şiirlere sık sık rastlanıyor:

Bir gündüz uyuyor döşekte
bir gece başında bekliyor
bir yumurta masada ince uzun
orasına düşürülmüş uykusunun
derin ve sessiz,
çalmaya çıngıraktan korkular.
(Anlam Bir Sıcaklıksa, 8, s. 51)


“Denize Doğru Konuşma”da irili ufaklı 64 şiir var. Betiğin önemli bir bölümünü “Anlam Bir Sıcaklıksa” adında, 44 bölümlü bir şiiri kapsıyor. Yalnızlığın belirginleştiği, kimi görünürden, kimi anlardan kimi de izlenimlerden oluşmuş bir şiir bu. İzleksel bir sürekliliğin dışına taşmayı erekliyor şair bu şiirinde, anlamı kırarak:

Bekliyorum çalmasını saatin
gecenin dönmesin,
az var.
Oda masaya bağlı
çaydanlık kırık.
Ötelerine sıçramak gibi kolay
geçmek sözcükten sözcüğe
avutmak zor.
(Anlam Bir Sıcaklıksa, 16, s. 59)


Oktay Rifat’ın bu betiğinde ‘us’u hiçleyen, anlıksal devinimden yana gibi görünen bu şiirlerin yanı sıra, O Rifat şiirinin geçmişte barındırdığı tatları da, söyleyiş yetkinliğini de kimi şiirlerde bulmak olası. Bu şiirlerde görülen izleksel bağlılık sanırım daha yetkin şiirlerin oluşmasını sağlamış:

Mızıka, ilkel boncuk, sokakta
düşürülmüş acı biber ya da zencefil
ruhun bölünüşü yapraklarına
bostan korkuluğu kargalar için.
(Bilmek, s. 122)


“Harç Çeken İşçiler” adlı şiirde bir yapının kuruluşuyla, yaşamla, yaşamın ‘an’larıyla, sanatsal bir yapının -şiirin- kuruluşunu görürüz. İç içedir yaşananla yaratılan. (s. 115)
“Deniz Ressamları”ndaysa yitik bir kuşak, yitik bir duyarlık duyumsanır. (s. 99)
“Denize Doğru Konuşma”nın içerdiği şiirlerden birkaçını burada anmak istiyorum, “Bir Öpüşün Dudağında Buluşmak” (s. 27), “Sokaklar” (s. 86), “At” (s. 88), “Başkaları ve O” (s. 89), “Uzak Yer” (s. 113). “Anlam Bir Sıcaklıksa”nın da kimi bölümlerini anmak gerekiyor: 1, 2, 5, 6, 16, 19, 32.
Bu arada “Denize Doğru Konuşma”nın -bence- en önemli şiirini de bu yazıya tümüyle almak gerekiyor. Her şeyin yerli yerinde olduğu, sözcük ustalığının, söyleyiş yetkinliğinin Oktay Rifat şiirindeki yerini saptamak için:

Her sahah bir sözcük oturtuyor boşalttığı yere,
sözcüklere bırakıyor yavaş yavaş yerini.
Ne güneş, ne ekmek, ne su,
yarın bir tanrı orada kof
bir anlam bulutuyla dolduracak yerini.
(Bulut, s. 13)

Yeni bir şiire doğru, ‘konuşmanın bittiği yerden’, kimi fırtınalar içeren, kimi durulmuş şiirler var “Denize Doğru Konuşma”da. Şiirimizin bu usta şairinin nasıl güç bir işe soyunduğunu görmek istiyorsanız, bu betiği okuyun derim. Oktay Rifat şiirinin bir tutkunuysanız, bu betik üzerinde düşüneceksiniz de. Özcesi, “Denize Doğru Konuşma” okunması, irdelenmesi ve tartışılması gereken bir kitap.

ŞİİR ÇELİŞKİDİR! (GENÇLİK VE ŞİİR ÜZERİNE ELEŞTİREL BİR DENEME)

Çoğu zaman şiir, şairin dünyaya bakışının, yaşamının, tutkularının, düşüncelerinin, düşlerinin, düşüşlerinin bir göstergesiyle de, çağlar boyu yaşantılarla gövermiş, şairlerin öznel durumlarıyla bir biçime, bir biçime ulaşmışsa da, Homeros’tan bu yana özde büyük bir değişim göstermemiştir. Örneğin birbirleriyle aralarında derin uçurumların olduğu söylenegelen usçuluk ve gerçeküstücülük, şiir bağlamında, gerçek ve güzel’in olası birliği karşısında eşittirler. Kimi güncel yönsemelerin tuzağında çırpınan şair, bu olası birliğin yaşamdan, çatışmadan, toplumsal olaylardan çıkarak gerçekleşeceğini benimser. Ne ki bu, bir anlamda gerçekten türeyen, somut bir kalıntıysa da geçmişin değerleriyle desteklenmedikçe, onlarla anlamlanmadıkça, kalıtla varsıllaşmadıkça bir kalıntı, bir yığın olmaktan öteye gidemez.
Gerçek ve güzel’in olası birliğinden söz ettim az önce. Bundan ne anladığımı dile getirmek, söze dökmek nerdeyse olanaksız. Gerçek ve güzel’in birliği üzerine söylenecek sözler yanıltıcı olabilir kanımca. Ancak bu birliğin, kimi genel doğrularla yönlenerek elde edilebileceğini söylemeliyim. Şairin öznel durumundan, yaşama bakışından, düş ve düşüncelerinden söz açmamın nedeni buydu. Yani, bu olası birlik, şairin öznel konumundan, kişiliğinden, duyarlığından soyutlanarak ele alınamaz. Gerçek ve güzel’in göreli kavramlar olduğunu da unutmamayı gereksinmektedir bu arayış. Şiirin sonsuzlukla ilişkisini de bu göreli kavramlarla açıklayabiliriz ancak. Bunun tersini savunma, tek bir şiirden, tek bir şairden söz açmakla eşanlamlıdır. Ne ki bu görelilik birçok soruyu beraberinde getirmektedir. Bu kavramların göreliliğinden ne anlıyoruz? Bu kavramları somutlaştırmak, gerçeğini bulmak için hangi yolları yürümemiz gerekecektir? Gerçek’le güzel olası bir çelişkiyi içermektedir, neden? Güzel’in kışkırtıcılığı, gerçek’in yalınlığı nasıl bir bileşim doğuracaktır? Tüm bu soruların ve türetilebilecek benzer soruların yanıtı, şairin yaşam ve sanat arasındaki gizi çözüp çözmemiş olmasına bağlıdır. Bu giz nerdeyse bir söylence kişisini anımsatmakta: Sfenks! Evet, şiire giden yol böylesi bir tansıktan geçmektedir. Bu çekinceyi ayrımsayan kimi şairlerse, bu yaşamsal ve sanatsal çekinceyle yüz yüze gelmemek için nerdeyse kırk dereden su getirmekte yine bir söylence kişisine gönderme yapacak olursak, Sisyphos gibi umarsız bir yazgıyla oyalanmaktadırlar. Ne ki ellerindeki taşların yalnızca bir kalıntı olduğunu, yazgılarını değiştirmek için çabaladıklarında çekinceyle yüzleşeceklerini ve büyük bir olasılıkla da Sfenks’in bilmecesini çözemeyeceklerini bilmektedirler. Yalnızca bu yüzden, şiirin varlığını kendi varlıklarıyla özdeşleştirerek, umarsız yazgılarına boyun eğmekteler. Bu boyun eğiş, gerçek ve güzel’in karşısında bir boyun eğiştir. Bunun çoğaltılması, genelleştirilmesi, kuramlaştırılmasıysa, gerçek ve güzel’in göreliliğini umursamamak, yaşam ve sanat arasındaki eytişimsel ilişkiyi yok saymaktır. Bu yok sayış, bence, gerçek ve güzel arasındaki ilişkiyi kurma yolunda giderek bir zorunluluğa dönüşen, sonuçta sanatın gerçeğini yeğleyişe varan seçimden kaçışın bir göstergesidir. Bunun içindir ki kalıntılarla, sıradan, bayağı gerçeklerle oyalanmaktadırlar. Gerçek’in yalınlığı gide gide, yinelene yinelene, sıradanlaşmış, bayağılaşmıştır. Doğal olarak bu kaçış dile, imgeleme, biçime ve biçemi etkileyerek görkemli bir çöküşü beraberinde getirmektedir. Bu durumun yazın türlerinin tümüne yansıması da kaçınılmaz bir yazgıya dönüşmekte zamanla. Yaratıma dayanan türler dışında da bu eğilimi gözlemlemek, alımlamak olası.
Geriye dönerek, gitgide bir zorunluluğa dönüşen yeğleyişten söz açmak istiyorum. Gerçek’le güzel arasındaki, çelişkilerle çoğalan nerdeyse çözümsüz gibi görünen bu ilişki, şiirin iç sorunlarıyla eşanlamlıdır. Bu görüş tartışılabilir. Nedeniyse, yukarıda sözünü ettiğim yeğleyiş sonucunda varılan bir yargı olmasıdır. Öyleyse bu yeğleyişin üzerinde durmakta yarar var. Sanatın -özelde şiirin- gerçek’in başka yüzlerinden biri olduğu yaygın bir görüştür ve doğrudur da. Evet, sanat gerçek’in başka bir yüzüdür. Herkes de katılır bu görüşe. Ne ki yaratılan yapıtların çoğunu dikkatle incelediğimizde, çoğunluğun bu görüşü nasıl alımladığını anlamamız, kavramımız olası değildir. Özellikle güncellikle sarmaş dolaş olanların gerçeklik’le sanatsal gerçek’in ayrımından haberli olmadıkları gün gibi ortadadır. Yalnızca onlar değil kuşkusuz, yaşadığı çağda benimsenmek tutkusuyla yanıp tutuşanlar, bir düşünceyi sanat yapıtı aracılığıyla ille de kanıtlamak isteyenler, sanatın somut gerçeklik üzerinde büyük değişiklikler yapabileceği inancında olanlar. vb. tümü, sanatsal gerçeği, somut gerçekten, gerçeklikten ayırmamaktalar. Sanat, gerçeklikle derin bir iletişim içindedir, kuşkusuz sanat yapıtının alımlanmasını, yerine oturtulmasını, soluk almasını sağlar. Ancak yaratım aşamasında tüm bunlar somut bir anlam içermemektedir. Yani sanat yapıtı bunlar göz önünde bulundurularak yaratılamaz. Yaratıldığındaysa, yukarıda sözünü eğittim gerçeklikle sanatsal gerçek arasında bir yeğleyişe yaslanmayan, sonuçta da gerçeğe, somut gerçekliğe yakayı kaptıran, sıradan bayağı, gerçeklik’ten ayrımı olmayan kalıntılar çıkar ortaya; bir taş parçası. Soruyu sorabiliriz öyleyse Sanat bunun neresinde? Evet, gerçeklik’ten başka bir şey olmayan öz kalmıştır geriye.
Biçimi de yoktur doğal olarak, türü de; şiir midir, roman mıdır, öykü müdür, resim midir? Nedir? Çağımızda artık iyice belirginleşen bir gerçeğe de varmış oluruz böylece; türler arasındaki ayrım gitgide yok olmaktadır. Bu, sanatçının gerçekliğe boyun eğişinden başka bir şey değildir.
Vardığımız sonuç, çağımızda sanatın durumunun içler acısı olduğunu açıkça ortaya koymakta. Bana kalırsa; sanatçı gerçeklikçe tutsak alınmıştır. Bu tutsaklık ne zamana dek sürecek? Kuşkusuz bu sorunun yanıtı, gerçek ve güzel arasındaki ilişki çözüldüğünde, o tansıksı birliğe ulaşıldığında, alınacaktır. Gerçek’le sanatsal gerçek arasındaki ayrımı gözetmeyenlerin, bu sorunsala eğilmeyenlerin, sonuçta sıradan gerçek’le, bayağılıkla yüzleştiklerini biliyoruz artık. Ellerinde bir taş parçası vardır yalnızca. Daha kaç kez tepeye çıkaracaklardır bu taşı! Sanırım bu, insan varlığının yok oluşuna dek sürüp gidecek, umarsız bir söylenceye dönüşecektir. Çünkü bu düşüncenin, bu umarsız gerçek’in yanıtı insanla birlikte vardı. Var olması da gerekirdi; bir karşı sav olarak. Varlığını bugün de sürdürmekte: Gizli şair işinin çamurdan altın yaratmak olduğunu söylediğinde de bunu imliyordu. Bugün bu şairce söyleyiş yerine, az önceki örneklememize dönerek yalıtırsak: Gerçek bir yoldur, şair bu yoldan, şöyle ya da böyle geçecektir -ya da gerçek bir taştır, şair onu kuyum’a dönüştürmek zorundadır.-
Bu söylediklerim bir çelişki gibi görünebilir; çelişebilir de. Çünkü öngördüğüm şey, gerçek’ten yola çıkarak, şairi bir doğaötesi serüvenine yollar gibi tansıkla baş başa bırakmaktadır. Ama yaratmak başka nedir ki! Yaratmak bir tansıktır! Bir gizdir yaratım; bu, sonsuz bir çabayı, kendini vermeyi, yaşamı hiçlemeyi, belki de yaşamamayı öngörmekle eşanlamlıdır. Bu, gurbetlerin en ıssızıdır. Kaldı ki kişiyi -şairi- tüketecek, varlığını böyle anlamlı kılacak, yine onunla çoğalacak, onunla sonsuzlaşacaktır. Bu varlık ve yokluk arasındaki çelişkiden, gizemli bir çelişki. Gerçek’i kullanarak, onu başkalaştırarak, dönüştürerek, sonuçta; kendini var ederek sanatsal gerçek’e de analık edecek, kendi küllerinden doğacak, yine soluyacak gerçek bir çelişki.
Çelişkilerin en güzeli!

ÇEVİRİ CEHENNEMİNDE BİR MEVSİM: ŞİİR

Kim ne derse desin, bir dilin en yalın, süzülmüş, arı yaratımları, verimleri şiirlerde izlenir. O büyük uçurumun, dil uçurumunun yanına en çok yaklaşabilenler şairlerdir. Ne ki başka alanlarda ürün verseler de, (deneme, öykü, roman, oyun, vb.), o uçurumsuzluk alabildiğine duyumsatır kendini. O görkemli, büyülü duyu (duygu) ya da şiir duygusu diyebileceğimiz yeti, okur-yazarda kaynak dilde yaratılmış (üretilmiş) başka ve öncül metinlerle oluşur kuşkusuz. Genellikle de kendinden bir önceki kuşakla yakın ilişkiler kurar yazar-kişi. Gün geçtikçe birbiri ardına sıralanır soyyapıtlar, kanmaz olur göz ve ruh, engin denizlere açılmak zorunludur eskiye doğru, bilinmeze doğru.
Yazı/n (şiir yalnızca bir varoluş sorunsalı olmaktan çıkıp, labirentlerde bir yolculuğa dönüşür. Zaman denilen boşluğun ardına düşülür, deşilir, soruşturulur, sorgulanır orda her şey. Yerellikten evrenselliğe, başka dillere, başka yaşantılara düşsel gezintiler dönemidir artık. Bu da çoğunlukla başka bir kaynak dilden amaç dile aktarılmış bir yapıtla başlar. Bu yaban dil, yaban yaşantı kendi diliyle seslenmektedir ona. Tüm dünya yaratımı önündedir, birbiri ardına açılır kapılar. Çoğu kez bir ya da birkaç dilde kendi aracı olur bu yeni tanışıklıklara. Daha çok dili gereksinir zamanla uğraşı. Ama başka dilleri yutmak için ayıracağı onca zaman, kendi yapıtını oluşturma yolunda bir engeldir. Başka aracılar kullanmaya başlar, o yaban dillerden kendi diline aktarım yapabilen başka yolcular-gezginler; çevirmenler. Birçok şairin şiir evrenine girilir böylece ya da girildiği sanılır. Her yeni tanışıklıkta olduğu gibi, sonralar sorunları ve kuşkuları beraberinde getirir.
Bir başka yaşamın anlatısını oluşturan dille üretilmiş bir yapıt (yani şiir) bir başka dile dönüşebilir mi? “Bir tercüme daima bir ihanettir. Tercüme ne kadar mükemmel olursa olsun, bir ‘Diba’ kumaşının tersinden başka bir şey olamaz: Tersinde de ipliklerin hepsi, tabii vardır, fakat renkle ve resimleri inceliği kumaşın tersinde bulmak mümkün değildir.” (Akakura Kakuzo, Çayname, Çev: A. S. Delilbaşı, Remzi Kitabevi-İst. 1944, s.33-34) Bu görüş özellikle şiir bağlamında hayli yandaş bulmuştur. Bir başka dilde yapılaşmış, kurgulanmış yapıt amaç dilde ne kadar kendi olabilir? Düzyazıya oranla, daha çok biçimsel ve sessel özelliklerle donanmış (ritim, ölçü, uyak vs.) bir yapı olan şiirin düzyazıyla çevrilmesi bile öngörülmüştür.
“Özgün yapıtın getirdiği sorunlar, sınırsız sayıda tepkiyi önceden belirler; sonra şiir yapıtlarının ölçülü-olmayan sözcüklere aktarılmasına sayısız örnek de gösterebilir. Yazının yalnızca koşuktan oluştuğuna inanan Mallarme gibi bir koşuk ustası bile, Poe’nun şiilerini düzyazıya çevirmeyi yeğlemiştir.” (Renato Poggioli, Onsuz Edilemez Kuyumcu, Çev: Yurdanur Salman, YAZKO Çeviri/2, 1981, s. 153.) Tüm bu tartışılır görüşlere karşın, şiir yine de çevrilmiştir başka dillere. O önlenemez iletişim duygusu, yeni üleşimlere, üretimlere, esinleme/esinlenmelere analık eder. Okur-yazar kişi ardına düştüğü kendini başka dillerde, başka yaşantılarda da avlamak ister gibidir. Bir başka dil karşısında duyumsanan bu yabancılık, kendi dilinde ürün verenler için de uzak bir olasılık değildir. Kendi dilinde bu yabancılığı duyumsayan, dille nerdeyse itiş-kakış olan yazarlar, genellikle bir başka dile zorlukla aktarılırlar. Bu yazarlardır ki, o dilin gelişmesine, değişmesine, yenileşmesine sınırsız katkılar sunmuşlardır: “Özgün şiirin bile bir tür çeviri olduğunu, bu dünyadaki görüntüler karmaşası içinde çoğu kişinin artık duyamadığı o göksel müziği yeniden söze dökme çabası olduğunu ne çok gizemci, ne çok simgeci savunmuştur!” (R. Poggioli, A.g.y., s. 163.)
Yaratımın bu içsel sorunları, çok doğal olarak sonsuz çelişkileri uzun zamandır içinde barındırıyor. Her ne kadar şiirin başkalaşımlara, dönüşümlere, yenileşmelere açık olduğu söylense de çeviri söz konusu olduğunda zorluk hep gündemde. Ne ki bu zorluklar bu sonsuz çabayı engelleyemiyor. Kültürler ve diller arasındaki alışveriş, bir dünyalı için çok şey demek. Üstelik bu evrensel etkileşim, ulusal ve yerel kimi kısırlıkları da zorlayıcı bir kimik olarak, önemli görevler üstleniyor.
Tüm bunar göz önüne alındığında, daha çok kişisel beğenilerden yola çıkılarak yapılan, yani bilinçli bir seçimi ve sürekliliği ereklemeyen çevirilerin, şiir çevirilerinin yazınsal yaşamımıza katkıları yadsınamaz. Bugün birçoğumuzun anımsamadığı ya da bilmediği şiirler Türkçenin koyaklarına konuk olmuşlardır. Genç kuşağın Vasfi Mahir Kocatürk çevirisinden Baudelaire okuduğunu sanmıyorum. (Buluş Yay. 1957) İlk basımı 1961’de Samsun’da yapılan Erdoğan Alkan’ın Verlaine çevirisini çok kişi görmedi. Özdemir İnce’nin bir kalemde silip attığı Öİ’den önceki Rimbaud çevirileri çok kişiyi etkiledi. (Alkor, Berk ve Alkan’a selam!) Büyük Amerikan şairi Wallace Steawens’tan Talat Sait Halman’ın çevirdiği kitap (Yeditepe Yay.) şairlerin bile dikkatini çekmedi. Sait Maden’in Saint-John Perse çevirisi (Şiirler, Tan Yay. 1981) bir başucu yapıtı olmasına karşın, hâlâ tükenmedi. E. E. Cummings’in “Hişt”i (Çev: Tuğrul Asi Balkar, Duvar Yay.) sessiz sedasız gelip geçti. Hoş iyi bir çeviri değildi. Ne ki kimse de buna değinmedi! Borges’in “Tılsımlar”ı (Çev: Gülbin Dalaman, Armoni Yay. 1988) dört yıl sonra ikinci baskıya ulaştı. Paul Celan “Nerdeyse Yaşayacaktın”la (Çev: Oruç Aruoba, BFS Yay. 1989) az ve öz bir okurla buluştu. Allen Ginsberg’in “Kuşbeyin!” adlı toplamı (Çev: C. Hakan Arslan, Şehir Yay. 1991) kaç yılda tükenecek, ıssızlığı ne kadar sürecek merak ediyorum. Mallarme “Zarla Şans Dönmeyecek”le modern şiirin başyapıtlarından biri olan bu kitabıyla selamlanmadı. (Çev: E. Alkan, Deyiş Yay. 1985)
Engin denizlere yelken açan bu tür çabaları, neden ve niçin ayrımsamadığımızı, geleneksel tembelliğimizle ve şiir sevmezliğimizle, yeterince açıklayabileceğimizi sanmıyorum. Halka yağ çeken bu aydın tavrını bırakalım; yığınların şiir sevmediği bir gerçek! Yığınların beğenisi günümüz şiirinin çok çok gerisinde.
Birçoğu dünyanın egemen dilleriyle yazan bu şairlerin yeterince okunmadığından, yapıtlarının tümünün çevirilmediğinden ve uzak dillerle yazan kimi şairlerin bilinmediğinden dem vuruyorsak, biz Türkçe yazan şairler neden çevrilmediğimizi biliyor olsak gerek!..

SESSİZLİK ÇOK ŞEY DEMEKTİR

Günümüz dünyasında sessizliğin özel bir yeri var. Mumla arasanız bulamayacağınız andır, özel bir güzelliktir sessizlik. Sanayileşme, teknolojik çılgınlıklar ve iletişim ağzında, yaşam artık çok sesli ve çığırtkan. Zamanın biraz dışında kalan (gerisinde ya da ilerisinde) her şeye yakın sanki sessizlik.
Yazınsal anlamda da sessizlik iki karşıt anlamı içinde barındırıyor, benim için. Dolaşıma girme olasılığı olmayan kimi üretimler sessizlikle karşılanıyor, yokmuşlar gibi. Oysa dolaşıma girmenin iki yönü var. Birincisi: Özel ve güzel olmamak, yani sıradanlık. Diğeriyse: Çok özel ve güzel olmak, ayrıksılık yani. Özel ve güzel olamayanlar konumuzun dışında. Asıl sorun ayrıksı bir biçemle, özel olmaktan başka çıkar yolları olmayanların yok sayılması, sessizliğe tutsak edilmeleri!
Biz yadsımaya, karalamaya , göz ardı etmeye eğilimli bir ulusuz. Egemen anlayışlarla iyi geçinmek, önemli bir özelliğini oluşturuyor geleneğimizin. Onun içindir ki Lautrêamont’un yapıtı “Maldoror’un Şarkıları”, 1869’da yayımlanmasına karşın tam 120 yıl sonra 1989’da Türkçede yayımlanabilmiştir. Kaldı ki Türk diliyle yazan, çağcıl ve çizgi dışı metinlerin yaratıcılarına da pek sıcak bakmaz yığınlar. Okur, o çoğu kişinin onay almak istediği o kalleş okur da, benzerini, tıpkısını, uyumluyu sever.
Bilmiyorum Sami Baydar adı size ne anımsatır? 1962’de dünyaya çıkış yapması, Akademi’nin Resim Bölümü’nde ne çok sınavlar vermiştir. Kaç şiir, kaç öykü yazdığını unutmuştur, art arda dizdiği kaç sözcük olmuştur, bilmez. Noktalama imlerine âşık değildir benim gibi! Oysa hep bir ‘sevgili’den söz açar. Dünyayı görmüştür ilk kez, sonra çizmiştir, şimdi hem çizip hem de kaydetmektedir. Dünyaya tiksintiyle ve aşkla bağlıdır.
Bugüne değin dört kitabı okura ulaşan Baydar’ın üç kitabının adlarında dünya sözcüğü boy gösterir: “Dünya Efendileri” (Şiirler/1987), “Dünyadan Çıkış Yolları” (Öyküler/1990), “Dünyada Anılara Bakıyorum” (Öyküler/1991). Türkçe düşünür Sami Baydar, ayrıntılarda gizli şeytanın ardındadır, ne ki uzak bir dille yazanlardandır.
Desenlerinde ve resimlerinde devinen zarif eller (Zarif sözcüğü bir zorunluluktur burda) sanki yazılarına, sözcüklerine sinmiştir. Türk şiirinin sahte Rimbaud’larına bir tokat gibidir, son şiir kitabı: “Yeşil Alev” (1991)
1985 ya da 86 yazıydı, belleğim beni yanıltmıyorsa. Kentin kuytu (o zaman kuytu) semtlerinden birinde, sessizliği masamıza konuk ederdik, ağırlardık. Hiç unutmuyorum. Baydar bir gün yaptığı collage’ları armağan etmişti. Ondan cesaret alarak ben de birkaç çalışma yapmış, onları SB’ye vermiştim. Birkaç gün sonra SB sessizce masaya ilişmiş, biraz da ürkek ve kırılgan sesiyle onlardan korktuğunu ve yırttığını söylemişti, hiç unutmuyorum! Çoğu yaz renkleriyle bezenmiş o sesiz söyleşilere, belki Murat, belki Özgür eşlik ederdi. SB içki içer miydi anımsamıyorum, çok sigara içtiğini, elinde her zaman yalnızlığını azaltacak bir kitap olduğunu bilirdim. O zamanlar sessizliği biz çok severdik.
Ne ki, bu gün sessizliği, yazınsal yapıta karşı edinilmiş bir yok sayış olarak, sessizliği hiç sevmiyorum. Siz de benim gibi yapın, sevdiklerinizi coşkuyla karşılayın, dile getirin beğeninizi. Sevmediklerinizi de söyleyin. Susmayın, sesinizi çıkarın. Çünkü ortada çok sahtekâr var!
Susmak çok şey demektir!

LALE MÜLDÜR'E BİR COLLAGE DENEMESİ

Bunu neden yaptığımı bilmiyorum doğrusu!
Okuduğunuz şiir Lale Müldür’ün yayımlanmış dört kitabında yer alan kimi şiirlerin, kimi dizelerinin benim tarafımdan bulundukları yerlerden koparılıp yeniden bir araya getirilmesinden ve birbirlerine eklemlenmesinden meydana gelmiş bulunuyor. Nerdeyse rasgele seçilen ya da yan yana okunduklarında belli bir tat ve anlam getireceğini umduğum dizeler bunlar. LM’nin özellikle bende yer eden dizeleri değil! Az önce de söylediğim gibi neden yaptığımı bilmiyorum. Uyku ve uyanıklık arası gördüğüm ve üstünden günler geçmesine karşın, gizini çözemediğim, kişilerin ve nesnelerin (burada hallerin ve sözcüklerin demek daha doğru) durmadan yer değiştirdiği, başkalaşmanın bir zorunluluk olduğu olası bir düş. Belki de LM’nin düşünde gördüğü ve yazmadığı bir şiiri arıyorum el yordamıyla. Belki de bir cadı kazanı bu. İçinde durmadan, dinlenmeden dizelerin cirit attığı, kıyamete değin kaynayacak bir kazan. Evet, tüm bunları düşünürken/düşlerken bunu neden yaptığımı bilemiyorum.
Bilmediğim şeyler bununla da bitmiyor! Sanırım bu not yazıldıktan/yayımlandıktan sonra da bitmeyecek. ‘Yazı’nın bana çekici gelen yanı da bu olsa gerek!
LM’yi okuyan ve yaşamında şiire önemli bir yer ayıran biri olarak ondan bana kalanlar mı bunlar? Hiç sanmıyorum. Bardağın dibindeki tortu değil bu dizeler. LM, şiirinde bütünlük sorununu (birçok kişiye dağınık görünse de) çözmüş, kendi kişisel biçemini, üstelik kendine benzemekten uzak durarak gerçekleştirmiş bir şair.
LM’yi şiirine bir uzaktan bakış mı yoksa yaptığım? Bir şairin bir başka şaire bakışındaki (elbette ki öznel) uzaklık ve yakınlıkları mı içeriyor bu girişimim? Bilmediğim bir şey daha!
Üstelik okuduğunuz şiirin sahibinin LM olup olmadığı da şüpheli. Tüm dizeler onun olsa da! Yoksa faili meçhul bir vakayla mı karşı karşıyayız? Ya da onları seçen, sıralayan, yan yana getiren ben, yani TK mi bu şiiri yazan? Her iki noktadan bakıldığında görünen şunlar: Bir kez LM’nin böyle bir şiiri yer almıyor yayımladıkları arasında. İlk kitabındaki bir dizeyle son kitabındaki bir dize yan yana. LM’nin istem dışı zamandan ve mekândan, bulunduğu bağlamdan koparılmış sözcükleri ya da söz dizimleri bunlar. Koparan mı yoksa şiirin yazarı, birbirine ekleyen mi? Yani TK. Ne ki benim bugüne değin yazmaya çalıştığım şiire, oluşturmaya çalıştığım yapıya da hiç mi hiç benzemiyor, ortaya çıkan ürün (?). İkimizin de değil mi şiir? Sanmıyorum hiç. LM’nin ve TK’nin gördükleri ya da görebilecekleri, yani görme olasılıkları hayli yüksek bir ortak düş mü? Düşleyen ve düşlenenin her an yer değiştirdiği bir köşe kapmaca mı yoksa? Bir bilebilsem!
Sonra aklıma bir şey daha geliyor: Okuduğunuz bu şiirin LM’nin dizelerinden oluşturulmuş bir collage olduğunu belirtmesem, kim anlardı bunu, kim çözerdi gizi LM dışında? Bunu söylerken LM’nin özgünlüğünü, kişiselliğini katlettiğimi biliyorum. Onun şiirindeki söz düzümünü ve anlamsal katmanları, kimseye benzemeyen yanını korumayı amaçlamıyor bu girişimim. Bu şiiri LM şiirinden ortaya çıkardığımı sandığımı, sanabileceğimi bir kenara koyarak söylüyorum bunları. Öyleyse hâlâ LM’nin mi bu şiir? Bilmiyorum. Collage tehlikeli bir oyuncak! Temizlerken ya da okşarken patlayan bir silah gibi. (collage ‘kollaj’er. 1. Duvar kâğıdı yapıştırma. 2 Kâağıda kola, zamk v.b. sürme. 3. Şarabı durulaştırma. 4. Kolalanmış şeylerin hali, kolalanış. 5. mec. Metres hayatı. 6. Yapıştırma resim.)
LM bugüne dek dört kitap yayımlandı. Bunlardan biri Ahmet Güntan’la ortak: “Voyacır 2.” Yani ortaklıklara açık bir şair mi LM? (collectif, ive ‘kollekt...’) s. 1. Birçok kimseden veya birçok şeyden meydana gelen, *birleşimli. 2. (Birçok kimsenin yaptığı, imeceli.) Hiç sanmıyorum. Ama yazdıklarını insanlara ulaştıran, paylaşan (dört yılda dört kitap), kitaplarını, şiirlerini sevdiklerine adayan bir şair LM. İlk kitabı “Uzak Fırtına” tek bir kişiye adanmış. İkinci kitap “Voyacır 2” de öyle. Üçüncü kitabı olan “Seriler Kitabı”’ndaysa bu sayının arttığını görüyoruz. Yirmiden çok kişiye adanmış şiirler. Dünyanın büyük yalnızlarının, yani şairlerin, yalnızlıklarını azaltmaya çalışmaları değil de nedir bu? Tam tersi mi yoksa? Bilemiyorum.
Dergilerdeki ilk şiirlerinden bu yana izlemeye çalıştığım bir şair LM. Kişisel ve ayrıksı duruşunu değiştirmemeye özen gösteren, birçok sıra dışı sanatçı gibi o da kendi gölgesinin elinden tutanlardan, uzak bir pencereden bakanlardan, cehennem olan başkalarına. Son kitabından söz etmenin tam sırası. Duruşların ve bakışların kitabı “Kuzey Defterleri”nden (Bu kitap da tek bir kişiye adanmış.) Anlamlandıran, yorumlayan olmaya sıkı sıkıya bağlı metinler yer alıyor “Kuzey defterleri”nde. Bitmez tükenmez bir iç konuşmanın, aynı yerde duran ve batan kişinin zaman ve mekân collage’ları. Bir saatli bombanın ‘tiktak’larını içinde gizleyen bir müzik kutusu mu yoksa? Bilemiyorum.
İşte dört kitap arasında, gizemli bir sergüzeştin notları okuduklarınız. Ya da yalnızca bir iki ipucu, hiçbir kapıya açılmayan labirentin duvarlarına düşülmüş birkaç not. Çoğu da soru imleriyle oluşturulmuş bir collage belki? Bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum doğrusu. Tüm bilmediklerimin bilinen, tüm bildiklerimin de bir bilinmeyen olduğu noktadayım. LM’le ilgili tüm söylemeye çalıştıklarımı bile biliyordunuz, belki de bilmiyordunuz. Ne değişir ki! Çoğalmanın başladığı yerden denize atılmış ufak bir şişedir şiir. İçinde bir not olmayabilir kimi zaman. Belki de yalnızca bir soru imidir, her şiir gibi okuduğunuz bir şiir de. Bu yazı da.
İnsanoğlu soru imleri olduğu için vardır. Soru imleri de insanoğlu olduğu için. Bilmiyorum!

METİN ALTIOK İÇİN

Oldum olası ‘ne söylediğini bilen’ şairler benim şairlerim olmuştur! Bu umarsız parçalanmışlıkta, bu başı ve sonu belirsiz yarışta, kendine has bir söyleyişle, ne söylediğini ve neden söylediğini önce kendi kendine gönderen’lerdir, benim şairlerim. İlettikleri, ya da iletmeyi yeğledikleri söz’ü sakınarak söylerler, kendilerinden bile. Çoğu kez de ben bir başkasıdır. Kullandıkları şahıs zamirlerini doğru okumak gerekir. Çünkü ben her zaman ben değildir. O ben ki, şiirin/söz’ün tüm iniş çıkışlarını, yokluklarını, yok oluşlarını yaratan/üreten ‘ben’le ‘eşanlamlı’dır. Yanlış bir ‘eşzamanlı’lık sanılmasın. Gelenek budur işte! Öncenin ve sonranın arasına sıkışıp kalmış ‘söz’ün şiir, söyleyenin de şair olduğu gibi!
Bugün arkaik, eskil, nerdeyse kalık sözcük, durum ve duyarlıklarla yazmanın garip bir gelenek modeli oluşturduğu söylenebilir kolaylıkla. Bu, nerdeyse kendinden bir önceki modeli benimseyerek yazanlarla (yazanlarla diyorum, söyleyen kalmadı!), şiirimizin kırılma çizgilerini, çeşitli eğilim ve yönelişleri okşayıp geçen, oları kendi ‘ben’ine katarak yazan birkaç şairden de söz açılabilir. Benim şairlerim daha çok bu ikinci öbekte yer tutarlar, bana göre. Çoğu da başkalaştırılmış bir ‘ben’le söyler şiiri/şiirlerini, ‘ben’e çoğul bir anlam yükleyen ses ustalarıdır ‘ben’im şairlerim!
Doğu ve Batı arasında gidip gelen bu ülkenin, bu kendine bile düşman olmayan dostluklarla yüklü ülkenin esrik sesi kimi kez şarkılardan ‘sonnet’lere, beyitlerden dörtlüklerle değin uzanır, bu ülkenin benzersiz sesini taşıyan, ona elveren şairlere bir im olur. Alafranga ya da alaturkanın ne erdem ne de ölçü sayılabileceği bu ülkenin şairleri de yalnızdırlar, tüm dünyanın şairleri gibi. Hem bilen hem göstermeyendir şair, hem dev hem cücedir, hem konuktur hem de ağırlayan. Metin Altıok! Bu toprağın ve bu inişli çıkışlı sesin büyüttüğü, alçak gönüllü bir bilgelikle şiire hâlâ çalışan bir ustadır, kendine çırak. “Gezgin”den “Alaturka Şiirler”e uzanan çizgisiyle benim şairlerimden biridir. Kendine dönek gibi görünen, ne ki, ürpertici duyarlıklarla yüklü bir başka ‘ben’e dönüştürücü, ancak has şiir tutkunlarının tat aldığı bir Metin Altıok!

PS: Bu bir kitap tanıtma yazısı değildir. Şairin son kitabı “Alaturka Şiirler” nedeniyle yazılması düşünülen, ne ki, şairin okurlarının böyle bir yazıya gereksinimleri olmadığı için, daha doğrusu şairi okurlarının ‘yakın takibe aldıkları’nın varsayılmasıyla yazılmamış bir yazının hayaletidir. Ve gerçek bir okuru tarafından yazılmıştır.

BATIK KENT İÇİN UVERTÜR

Sabahattin Kudret Aksal’ın yazı yaşamının son ürünüydü “Batık Kent”. Baştan sona sıralamasını yaptığı, adını koyduğu, yayımlanmaya hazırladığı son kitabıydı. Her zamanki ev ziyaretlerimden birinde, o olağanüstü güzel yazı masasının bir çekmecesinden çıkarıp bana uzattı. Uzattığı gri renkli dosya, bildik tanıdık bir düzenle, saman kâğıdın üzerine kesilerek yapıştırılmış, değişik zamanlarda yazdığı şiirlerden oluşuyordu. Birkaçı dergilerde yayımlanmış, sanırım yüze yakın şiir duruyordu karşımda.

Sessizce dosyanın sayfaları arasında bir yolculuğa çıkmış olmalıyım. Her zamanki gibi koltuğunda oturup camdan dışarı bakıyordu, tabii ara sıra da bana. Hangi şiiri okuduğumu anlamaya çalışıyor, yüzümün düşüncelerimi ele vereceğini umarak küçük kaçamak bakışlar fırlatıyordu. Sessizliği kim bozdu bilmiyorum. Şimdi anımsayamıyorum, ama kitap adı için bir iki seçeneği daha vardı. Benim de düşüncemi sorma inceliğini hep gösterirdi, yine öyle yaptı. Kitabın adını sevdiğimi söylemiştim, anımsıyorum. Dosyayı yeniden çekmeceye koydu. Okur karşısına çıkana dek sürecek belirsiz bir karanlıkta baş başa kaldı sözcükler ve yapılar. Yapı dedim de aklıma geldi; her fırsatta Valery’nin “Sen önce yapıyı kur. Kiracı nasıl olsa bulunur” sözünü yinelerdi.

Batık Kent’in yazgısı o güzelim masanın çekmecelerinden birinde solup gitmek olacaktı nerdeyse. SKA’nın rahatsızlığı, hastanelerin ürkünç koridorlarındaki koşturmalarımız, eşi Münire Hanım’ın nerdeyse tek başına verdiği mücadele dosyayı unutturacaktı. Ne ki, Aksal’ın ardında bıraktığı son yapıtının, “Batık Kent”in ıssızlığı uzun sürmedi. O çekmeceden okura uzanan zinciri YKY kurdu ve siz bu yazıyı okuduğunuz günlerde kitap yayımlanmış olacak.

Kitap iki bölümden oluşuyor. “Batık Kent Kuşlar Köprüler” adlı şiirle başlayan ilk bölümde altmış dört şiir yer alıyor, uzunlu kısalı. Geniş zamanların şiirleri bunlar; yaşanmış, tüketilmiş ve kocamış bir zamanın içinde, kentin, sokağın, dağın taşın anlatıya dönüştüğü, belki de son kez bu dünyadan geçip giderken ustaca inşa edilmiş bir yapı. İlk bölümdeki şiirlerin tümü hece ölçüsüyle yazılmış. Beş heceli dizelerden başlayarak, on dörtlülere ulaşan dizelerde değişik uyak düzenleri yeğlenmiş. Nerden bakarsanız bakın usta işi şiirler bunlar. Kendine has içkinliği barındırdıkları dil tadı, görsel ve işitsel zenginlileriyle kunt birer yapı hepsi de. Çoğu yarım uyaklarla kurulmuş ses düzenleri sizi devingen bir semboller dünyasına da çağırıyor, usul usul. Sarsılmaz dengelerin, çağlar arasında usul gelgit’lerin, yolculuk ve ölüm duygusunun, zaman tanımaz bir seyyahın, giderek şiirin de tema olarak bir sorunsal gibi bir görünüp bir yok olduğu düşünsel derinlikler sunan şiirleri barındırıyor “Batık Kent”in ilk bölümü. Bu bölümün açılış şiiri aksal şiirinin tüm genel ve özel (onu başkalarından ayıran, başkalarıyla benzer kılan) niteliklerini bir kez daha duyumsatıyor:

En eski çiniydi gök
Batık kent, bizden ayrı
Ve bulutlarca uzak.
Ne ağaç ne yaprağı
Ne de dal, konamayan
ve hep uçan kuşları.
Tınısıdır duyulan
Köpüğü o gömütün
Yakamozlar koklanan
Sen ey tükenmiş! Tütün
Ve alkolle avuntu,
Yok neye baksam, bütün
Zaman şimdi anlatı.
(s.9)

Aksal’ın şiirlerini kurarken sözcükler ve onların anlamları denli, noktalama imlerinin kılavuzluğunu, onların aracılığını gereksindiğini bilirdim hep. Tek bir virgülü yanlış çıkan şiirinden rahatsız olur, kitapsa kesinlikle düzelterek verir, dergiyse bir sonraki sayı düzeltme koymalarını isterdi. Okuru doğru yönlendirecek tüm elemanları yerinde kullanmaya özen gösterir, bir noktalama imini koymak için günlerce düşünür, gerekirse inandığı birkaç kişiyi sınardı. Aksal’ın ilk bölümünde yer alan şiirlerindeyse noktalama imleri, diğer şiirlerine oranla nerdeyse yok denecek denli az. (Örn. “Seslerle Uyandığım”, “Bir İlkçağ Resmi”, “Öyle Bir Günde”.) Kimi şiirlerde yalnızca iki ünlem (örn. “Soy”), kimilerindeyse tek noktalama imi bulunuyor (örn. “Bekleyenler”, “Yalnız”). Noktalama imleriyle ilgili dikkatimi çeken bir şey daha var: Yanılmıyorsam Aksal şiirde ilk kez parantez imini bu kitapta kullanıyor. (Örn. “Geçmiş Zaman Duygulanımları”, “Söylen ve Zaman”.)
Batık Kent’in ikinci bölümü elli bir şiirden oluşuyor. Bu bölümde Aksal’ın zaman zaman hece ölçüsüyle kurduğu şiirler dışında daha çok özgür söyleşiyle yazdığı şiirler dikkat çekiyor. Ne ki, ölçü ve uyağın şaire sağladığı sessel olanaklar, bizi yine sürüklüyor o duru ve aydınlık söyleyişin sularına. Dörtlüklerden, düzyazıya, ordan konuşulara değin varan çeşitli biçimleri, şiirinin izleklerine araç ediniyor. Giderek geniş ve geçmiş zamanın içinde süren yolculuk, ‘an’lara birer dokunuşa dönüşüyor (Örn... “Eski Bir Sokaktaydı”, “İstanbul 1990”, “Arkadaş”). Kitabın nerdeyse tümüne yayılan önemli bir izlekse çocukluğa dönüş. Yitirilen değerlerin birçoğunu çocukla simgeler şair. Batmakta olan bir kentte, giderek bireyin yalnızlığa tutsak düştüğü dünyamızda, çocuğun ‘şey’lere hayretle bakışı imlenir. Sığınılacak son liman olur çocukluk. (Örn. “Okul”, “Çocukluğa Dönüş”.) Aksal şiirinin her zamanki izleklerinden olan sonsuzluk ve zamansızlık temaları bu bölümde de sürer gider. Gün, gece ve gök arasında sıkışıp kalan ve ayağını topraktan çekmeye tutsak kişinin, son yolculuğa doğru çaresiz çırpınışlardır sanki yaşam denen süreç (Örn. “Her Şey”, “Günce”). Ne ki, tüm bunlara karşın yine de yaratmanın, değiştirmenin olağandışı büyüsüne kapılıp gider insanoğlu; kimi kez şiir yazarak, kimi kez de doğayı yenileyerek, değiştirerek yapar bunu. Kim bilir, belki de aynı şeydir yapılan! (Örn. “Sözler”, “Ağacı Değiştirmek”, “Şiir Yazıyor”.)

Aksal’ın “Batık Kent”i, son şiirler toplamı “Yaz Gecesi Balkonda Oturanlar” adlı şiirle kapanır. “Batık Kent”e açılan küçük bir kapı olan bu yazı da, son şiirle bitsin istiyorum. Sondan da başlanabilir her şeye!

Dün gece ağustos böceği
Öttü. İlk ağustos böceği
Öttü. Hiç de ummadığımız
Bir yasa büründü ev. Baka
Kaldık, ne ses ne soluk. Neydi
Birdenbire bizi ürperten
Ağzı dili yok koyan orda bilemedik.

ELEŞTİRMEN PAPUCU YARIM, ÇIK DIŞARIYA OYNAYALIM!

Görülen ve gören arasındaki ilişki, çoğu kez bir izlenim edinme eylemidir. Gösterenin ürünü (yani görülen), gören’ce yenide üretilir, tüketilir. Bu yeniden üretim yazıya ya da söze dönüştüğündeye, onaylanmak/onaylanmamak (yargı-sonuç) söz konusudur. Kimileri buna beğenilmek/beğenilmemek diyorlarsa da, gösterilen/görülen/gören üçgeninde ya yitip gitmek ya da yeni üretimlere yönelmek onay alıp almamakla ilgili, bana kalırsa. Çoğu kez bir değerlendirici rolünü üstlenen gören, sonuçların oluşmasını, biçimlenmesini, kitlenin (okur-izleyici vs...) yönlendirilmesini sağlar. Giderek kurumsallaşan, sanatsal üretimi değerlendiren, açımlayan, anlayıp/anlatan, ayrıştıran kişi (yani gören) eleştirmen kimliğini edinir.
Bir çok alanda olduğu gibi yazın alanında da (şiir, roman, öykü vs...) eleştirmenlik oldukça sorumlu bir yer tutuyor. Yaratıca ve eleştirmen arasında yüzyıllardır olagelen çekişme sınırsız bir çizgide sürüyor bugün de. Sanat yapıtının erişilmezliği, eleştirilemeyeceği, nesnel eleştiri, öznel eleştiri, bilimsellik, yapısalcı çözümleme yöntemleri; marks’çı eleştiri gibi yönelişler/kuramlar eleştiri alanında gündemin tartışılan maddeleri oldular. Tüm bunlarınyanı sıra tartışılan bir başka nokta da, eleştiri geleneğimiz ve kurumsallaşması. Bizde eleştiri geleneğinin oluşmadığı çok yazıldı. Bunun nedenlerini sorgulayacak değilim. (Kaldı ki bir çok alanda geleneğin oluşmaması da işi iyice çetrefilleştiriyor)
Eleştiri alanında bizde de küçümsenmeyecek çalışmalar yapıldı. Eleştirel söylemin gelişmesi yolunda yazılar, çeviriler, söyleşiler yayınlandı. Sesenli yılların başında yayınlanan Çağdaş Eleştiri dergisi türünün tek dergisiydi ve artık yok! eleştiri tarihimize şöyle bir göz attığımızda, Ataç öncesiz ve sonrasız. Eleştiri alanında verimlerini izlediğimiz kimi isimler, şimdilerde biyografi yazarlığına doğru yelken açtılar. Eleştiriyle balayıp başka alanlara geçenler oldu. Artık dergilerde eleştiri yaılarına pek raslanmıyor, eleştirmenlerin çoğu tanıtıcı yazıları yeğliyorlar nedense. Bir takım eleştirmenlerimizse yalnızca gazete ve dergilerin yıl sonu soruşturmalarına yanıt vererek, favori saydıkları yapıtları açıklıyorlar, gerçekçe belirtmeden. (Çoğu da eşin, dostun yapıtları!) Dergilerde hâlâ numaralandırılış şiir akımlarımız değerlendiriliyor, artık kimseyi ilgilendirmezken. Öykü sanatıyla ilgilenen nerdeyse yok gibi. Romancılarımız biraz daha şanslı. Roan sattığından olsa gerek, zaman zaman eleştirinin odağında roman’ı görüyoruz. (ör. roman yok gibi, 12 Eylül romanları gibi, Kara Kitap tartışmaları gibi)
Eleştiriye elveremeyen türlerden biri sayılabilir şiir. Geçmişte bu alanda oldukça verimli çalışmalar izledik. Bugünse durum oldukça ümitsiz. eski kuşaktan eleştirmenler, günümüz şiirinin yanından bile geçmemeye özen gösteriyorlar. İş yine geleneksel olarak şairlere düşüyor. Yine eskisi gibi şairler şairleri değerlendirecek, şiir kuramlarını, poetikalarını açımlamak, şiirin içsel sorunları ve yan türlerle etkileşimleri, günümüz şiirinin ortak yönelişleri yine şairlerce belirlenecek. Bu da şair’in çalışma zamanından çalmak, üretimini bir ölçüde engellemekte eş anlamlı (Neden bu ülkede herkes başkasının işini yapmak zorundadır!) Belki de günümüzde Turgut Uyar gibi, geçmiş ve bugünün şiirlerini değerlendiren, bir toplum ortaya koyan (Bkz. Bir Şiirden/1993) bir şair çıkmayacak. Belki de seksenli yıllarda olduğu gibi, kendi şiirini geciktirerek kuşağının şiirini değerlendirmeye soyunan bir Metin Celal arayacak gözlerimiz. Sanırım gün geçtikçe şiir sevenler de azalacak, parmakla gösterilecek. Şiir üzerine düşünen bir Cemal Süreya, bir Oktay Rıfat bir daha dünyadan geçmeyecek. Doğan Hızlan gibi gerçek şiir aşıklarımumla aranacak. Eleştirmenlerse yine şiire uzak duracaklar, kış uykularından uyanmayacaklar. Geriye yapılacak tek şey kalıyor, ellerinde kitaplarıyla şairler, eleştirmenlere seslenecekler:
-Eleştirmen pabucu yarım, çık dışarıya oynayalım!

JEAN GENET YİNE TÜRKÇE KONUŞUYOR; GÜLÜN MUCİZESİ

Pek emin değilim ama, Genet ilk kez Salâh Birsel’in ağzından türkçe konuşmuş olmalı; Hizmetçiler’le (M.E.B Yay, 1964). Başka bir yer’de yaşananların dil’e dönüşmesi bile başlıbaşına bir sorunken, amaç-dil’den araç-dil’e uzanan sarmal çizgi, yazan kişinin sorunlarının ötesinde yeni sorunlar da doğuruyor; nerdeyse ikiye katlanıyor her şey. Büyük bir cesarettir çeviri uğraşı. Okşarken elinizde patlayan bir silah olma ihtimali kuvvetle muhtemelidir. Çevirmenlerse bu tehlikeli büyük çağrıya meydan okuyan, avunmaz ruhlardır benim için. Hoyrat, serseri, hırsız, lanetli, eşcinsel, aykırı gibi sayısız sıfatı adının önünde ya da sonunda taşıyan Jean Genet’nin yapıtları geç de olsa birer birer başka bir dilde konuşuyor, Türk okuruyla söyleşiyor yani. Aslında Genet bir oyun yazarı olarak şanslı sayılır türkçede. Hemen hemen tüm önemli sahne yapıtları çevrilir, oynanmasa da. Hizmetçiler’den sonra Genet ancak 1981’de yeniden türkçede görünür, bu kez Yıldırım Türker’in türkçesiyle; Gözetim Altında (Yazko Çeviri, eylül-ekim, no:2). Yine uzun bir suskunluktan sonra Uğur Ün’ün çevirisiyle, Jeannot yine türkçe konuşur; Balkon (Ayrıntı Yay, 1990) Bu yıl uğurludur Genet okurları için ve bu ke bir yazı-denemesi, ünlü yontucu Giacometti ile ilgili yazdığı kitap türkçeleşir; Hür Yumer’in çevirisiyle Giacometti’nin Atölyesi (Metis Yay, 1990) Bir yıl sonra yeni bir Genet yapıtı daha türkçede konaklar. Bu bir Sosu Dolanoğlu çevirisidir; Paravanlar (Remzi Kitabevi Yay, 1991). Böylece tüm önemli sahne yapıtları türkçeye çevrilmiş olur Genet’nin, Zencileri dışında. Ne ki, JG adının dünya çapında tanınması oyunları aracılığıyla gerçekleştiyse de, onu dayanılır ve çekici bir yazınsal kişilik durumuna getiren Hırsızın Günlüğü adlı otobiyografi yapıtı, Çiçeklerin Meryem Anası ve Gülün Mucizesi adlı romanlarıdır. 1942’de hapishanede uzun şiiri İdam Mahkumu’nu yazmış ve şiirlerini 1948’de Poemes adı altında toplamıştır. JG çevirmenlerinin 1964’den bu yana katettikleri yol hayli verimli bir vadiye ulaştı. Oyunlarıyla başlanan çeviri uğraşı düzyasının çetrefilli patikalarına daldı bile. Nihayet mucizevi incelikler ve yazınsal derinlikler içeren romanı ben roman demekte duraksasam da, tüm dünya roman dediğine göre öyledir! türkçede varoldu; Gülün Mucizesi. (Ekin Yay, 1994) Bu kez yine başka bir çevirmenden geliyor, Genet’nin türkçesi; Hamdi Tuncer. Genet oldukça güzel ve özenli bir türkçeyle konuşuyor, birkaç garip kullanım dışında. Kendi dilinde bile oldukça zor algılanan, karanlık yollarda dolanan, izbelerin yazarı Jeannot, bir başka dilde, türkçede karşılanması çeşitli güçlükler taşıyan argısundan ödün verilmeden dilimize kazandırılmış. Genet bu başyapıtının bir yerlerinde şöyle yazıyor; ‘Bu kitap bana pek zor geldi. Yazarken tad almadım hiç. Zevk almadan dalıyorum balıklama, bu olağandışı çocukluğun serüvenine. İçimden kendi kendime eğlendiğim, bu anının işaretiyle eski öykülerimle kafayı bulduğum hâlâ oluyor elbette. Onları kafamda tekrar canlandırıyor, her birini esas oğlanı ben olduğum destanlara dönüştüren günün acıklılık, modasına göre tamamlayabiliyorum ama aynı tutkuyla olmuyor artık.’ (s.146) Gülün Mucizesi gerçekten bir zor-kitap. Toplumdışı bir yaşamın, yine insanlıkdışı bir cezalandırma sisteminin sonucu hapishanelerde, Jeannot’nun çeşitli hapishane deneyimlerinden süzülmüş zor bir yaşantının kitabı bu. İki büyük hapishanede geçen onca uzun yıl, binlerce çocuk denecek yaştaki delikanlı, (ki bu çocukların çoğu hırsızlık, ırza geçme gibi adi suçlardan yatmaktadırlar) ve Genet’nin sonraki yaşamını etkileyecek, yapıtlarında soluk almaya devam edecek üç genç aşığından ona kalanlar bu kitabın temellerini oluştuuyor. Gülün Mucizesi’ne roman diyemediğimden sözetmiştim ya, Genet’nin şu yazdıkları da görüşünü destekliyor sanırım; ‘Roman yazıyor olsaydım, o andaki hareketlerimi uzun uzun anlatmak benim çıkarıma olurdu ne ki ben bu kitapla, çekilmez bir uyuşukluk halinden; orospuluk ve dilencilikten geçmiş, her türlü etkiye açık, suçlular dünyasının çekiciliğine kapılmış, aşağılık ve utanç verici bir yaşamdan kurtulmak için giriştiğim deneyimi göstermek istedim yalnızca. Daha soylu bir yaşam biçimi için ve yine onun sayesinde eski yaşantımdan kurtuluyorum.’ (s. 26) Yazı Genet için bir kurtuluş yolu, çoğumuz gibi. Yukarıdaki altıdaki öngörüsü de gerçekleşir ve yazdıkları sayesinde, onu önemseyen yazar ve aydınlar aracılığıyla hapisten de kurtulur. Bir şişenin içine koyulmasa da bu S.O.S yerine ulaşır. Genet’nin affı için uğraşanlar arasında Andre Gide, J. Paul Sartre ve Jean Cocteau gibi önemli adlar vardır. Genet’nin bu yapıtının birçok bölümü, dünya, yaşam ve yazın üstüne yazılabilecek küçük ama incelikli denemeleri de içinde barındırıyor; Kimi yanlışlar, tercümede, bir sözcüğün bir sözcüğün yerine başkasını koyarak ansızın bizi kendi hakkımızda aydınlatır. Bu zıpçıktı sözcük sayesinde şiirin açığa çıkıp tümceyi güzel kokulara bürümesini sağlayan bir araçtır. Bu sözcüler söyleyenin iyi anlaşılmasını engelleyen bir tehlikedir.’ (s.40) Daha fazla alıntılamak istemiyorum. Ne ki, dönemin popüler romancılarının ve onların romanlarında boy gösteren delikanlılarla, aşıkları arasında kurduğu koşutluğa değinirken söyledikleri (kasıtlı olarak yazdıkları demiyorum!) ince bir alayla süslenmiş bir yoğun denemedir. (s. 120-121) Sözü fazla uzatmayalım. Genet pek sık olanak bulamadığı okurumuzla yine türkçe söyleşiyor ve en önemli verimlerinden biriyle. Bu karanlıktan gelen yoğun sese kulak verin diyorum; kötülük size bir daha bu denli güzel görünmeyebilir!
Kitabın yayıncısına not: Bu yazının sonunda, bu kitabın güzel kapağı (imza Sadık Karamustafa), ve bu güzel çeviri için sizi kutlamak isterdim! Ne ki, bu önemli ve özenli çalımayı bir dizgi yanlışlıkları klasiğine dönüştüren sizleri kutlamak gelmiyor içimden Olsa olsa buruk bir el sallama benimki. Yeni bir baskıyla her şeyin gerektiği gibi olacağını ummak istiyorum yalnızca.

26 Nisan 2008 Cumartesi

TEMÜR KÖRAN; İKİLİ OYUNLAR

Temür Köran’ın 27 Mart-21 Nisan 2003 tarihli sergisinde ve sergi davetiyesinde yer alan bu çalışma sanatçının 90’ların başından bu yana süregelen eğilimlerinin tipik bir ürünü olduğunu söylemek olası. Tipik olmanın da ötesinde Temür Köran resminin sürprize yer bırakmayan, hesaplı kitaplı, tasarımsal kaygılarla yüklü kompozisyon arayışının yetkin bir örneği olduğunu da eklemek gerek ama.
2000’li yılların başında kendi renk, boya ve düzenleme kaygılarını (nerdeyse) sonlandırarak, kendine özgülüğü ve tipikliği birinci dereceden önceliyerek ve önemseyerek, bugün ‘Temür Köran resmi’ olarak okuyacağımız kodu yaratan sanatçı arayışlarını bugün de sürdürüyor, doğal olarak.
Sanatçı 2003 tarihli bu çalışmasında 90’lı yılların başındaki ‘Çaputlar’da, 90’lı yılların ikinci yarısından başlayarak ürettiği ‘Sinek Sarayı’ serilerinde sıkça rastladığımız nesnelerin tekrarından ve yine 90’lı yılların sonunda tuvalinin merkezine yerleştirdiği insan figürünün tekrarına uzanan çizginin bir adım daha da ötesine geçer; belli bir gerçek dışılık duygusu uyandıran mekan düzenlemelerini iyiden iyiye yalıtarak, zaman, mekan ve figürün ritmik karmaşadan oluşan yeni bir düzeni kendine amaç edinir.
Tuvalin merkezinde yer edinen ‘sarmaşık’ iki insan gövdesi ve artlarındaki dehlize açıldığını var sayabileceğimiz iki geçit kapısı yoluyla sorgulanan şey; zamanın ve mekanın tek düzlemde elde edilen kaymalarıyla ve yer değiştirmeleriyle elde edilmiş (bir anlamda öncelik ve sonralıkla), çoklu ve çoğul okumaya açılan bir çift yönlü denklemdir. Çarpan ve bölen, çarpılan ve bölünen (ve görünen sandığımız) bu ikililerden oluşan sarmal, tuvalin yüzeyine yayılmış bir bütünlük arayışını gündeme getirir. Ne zemin (yani tuvalin mekanı), ne de iki hemcinsle kendine ifade bulan anlatı (yani gözün öncelikle okuduğu iki dişi figür) birincil amacı değil gibidir sanatçının.
Temür Köran’ın 2000’li yıllarda üstünde durduğu ikilemelerin ve çoğaltmaların kaynağını teşkil eden an’ı tekrarlamak, yinelemek ve yenilemek aracılığıyla sağlamaya çalıştığı dönüştürme ısrarı bu resmin öncelikli sorunsalı olmasa da, sanatçının dönem içinde ürettiği işlerin çizgisel, renksel ve lekesel tüm özelliklerini de taşır.
Resmin matematik bütünlüğünü, ifadenin bütünlüğüne tercih eden yeni bir matematik arayışından söz etmenin tam sırası: Aynı sonuca başka yöntemlerle de varılacağını ispatlamaya çalışan bir sanatçıdan söz ettiğimizi de anlamakta gecikmeyiz böylece.
Nerdeyse belli bir incelikle sürülmüş bu çizgi ve lekeler, boya aracılığıyla değil de, yeni bir yerleştirme/istifleme biçimiyle, bilinen ve kanıksanmış sayabileceğimiz biçim, biçem ve söylemleri deşifre eden, (hadi biraz daha ileri giderek söyleyelim) sanat tarihi de sorgulayan araştırmalara dönüşür.
Şifre çözerken şifre üreten bir oyuncuyla karşı karşıya kaldığımızın resmidir aslında Temür Köran’ın bu dönem çalışmaları. Sırf bu nedenle belli bir sanatsal disiplinde, yani çoğunlukla da resimde ifade bulan Kübizm’i işaret eden bir sorgulamadır söz konusu olan. Sanatçının genç bir adam olarak üretken, yaratıcı ve oyuncu bir portresine çıkar yolumuz.
Bu resim aracılığıyla oynan oyunda ikili bir sorgulamanın yapıldığını söyleyebiliriz artık; tuval aracılığıyla sorgulanan, belli bir anlatı oluşturmayı nerdeyse inkar ederek, parçalayarak, bölerek ve yeniden var ederek, çözdüğü şifreyi yeni bir şifreye dönüştürürken bir resmi oluşturan elemanların rollerini yeniden yaratan, rol dağılımını ters yüz ederek, yeni bir ifade arayışını önemseyen, parçadan bütüne yönelen bir tavır (birincisi) ve tuvalden taşarak düşünsel bir boyuta sıçrayan kavramsal söylemi önemseyen , tuvalin merkezinde oluşturduğu karmaşık bütünle yeniden arayışı ve yeniden yaratmayı öngören ve öneren, bütünden yeni parçalar derleyen sanatsal seçim (ikincisi).
Her ne olursa olsun bu ikili oyunun tek bir zeminde ifade bulduğunu ve bunun ikililer aracılığıyla yaratılmış çoklu bir ortam olduğunu söylemek de olası. Önemli olan da bu; yeni okumalara açık olan bir resimle karşı karşıya olduğumuz gerçeği!

GÖZ VE GÖRÜNEN ARASINDAKİ “O ŞEY” VE “ŞEYLER”!

İbrahim Çiftçioğlu 2002 yılında ürettiği işlerin hemen hemen tümü yine belli bir temayı içeriyordu. Uzun soluklu serilerinden tanıdığımız Çiftçioğlu”u yeni işlerinde yüzeyi zaman zaman zemin olmaktan çıkaran bir eğilimle, bildiğimiz renkçi ifadesinden de yer yer uzaklaşarak, çoğu büyük boyutlu tuvallerde, belli bir akış izleyen renkli konturları şeffaf bir düzenlemeyle sunuyor. Bilinen Çiftçioğlu resimlerinin yerleştirme ustalığından güç alan bu işlerin yeni bir bakışı, yeni bir okumayı öngördüğünü de söyleyebiliriz rahatlıkla.
Zeminde yer alan nerdeyse panoramik diyebileceğimiz leke düzeni, çağrışıma açık bir anlayışla söylersek izlenimci tatlar da barındırıyor. Karanlık atmosferlerin yoğunluğuyla dikkat çeken bu görünümler daha çok ışığın varlık kaynaklarını araştırma çabalarına da karşılık düşüyor. Ne ki resmin birinci katmanını oluşturan bu büyük yüzeyler sanat tarihinin kimi düzenleme anlayışlarıyla hesaplaşılan bir zemine dönüşmekte gecikmiyorlar (ya da biz bu sanıya kapılıyoruz). Belli bir aydınlamadan yoksunluğun izlerini taşıyan bu alt zeminler, karanlık çağın yeniden yorumlanmasına denk düşen bir görünümün anlatım araçlarını oluşturmaya yönelik bir dil arayışı olarak da yorumlanabilir. Böylece izlenimin ifadeye, dışavuruma yöneldiği bir ortak zeminden söz edilebilir artık. Geçmişin değerleriyle hesaplaşan sanatçı kendi diline ve çağının diline yakınlaşma yolunda da bir adım atmıştır diyebiliriz. İşte tam da bu noktada İbrahim Çiftçioğlu”nun kendi resimsel diline eklemlenen yeni bir ifade aracını devreye soktuğunu görmek gerekir.
Kimi dönem resimlerinde sıkça görülen süslemeci anlatım dilinden de yararlanarak ve bu dili çokça da damıtarak, yeni çizgisel bir deneye girişir İbrahim Çiftçioğlu. Bu çizgisel devinim, anlamlandırmaya çalıştığımız yüzeylerin tam da üzerinde yer alarak okunması, anlamlandırılması gereken ikinci bir katmanı oluşturur. Anlamlandırılması gereken bir form olarak düşünüldüğünde, zemin üzerinde büyük yer tutan bu çizgisel formların damla çağrışımı yaptığını söyleyebiliriz ilk elden. İçi boşaltılmış bu çizgisel formların belli bir yönde akışı (yerçekimine uygun olarak yukarıdan aşağıya) tuvallerin yanyana duruşuyla belli tartım da kazanır. Hareket kaynaklarının çoğunlukta tuvallerin bütününü kaplıyor olması, görenin gösterene dönüşme işaretlerini de verir. Zeminde görülenleri okuyan bir gösteren olduğunu da varsayabiliriz. Yani sanatçının bir gösteren olarak gördüğüdür diyebiliriz bu resimlere. Ne ki damlaların bir zemin olarak aşağıya doğru akışı, dünyaya bakıştaki kimi duyusal ve tepkisel eylemleri okumaya yönelmemizi de sağlar böylelikle. Sanatçının karanlık ve dar zamanları gören bir adam olarak portresi midir okumaya çalıştığımız şey? Damlalara yeni bir ad verebiliriz artık. Göz ve görünen arasındaki “o şey”: yani Gözyaşı. Sanatın temel araçlarından biri sayabileceğimiz hayal gücünden uzaklaşarak gerçekçi bir okumaya, bir durum tespitine yöneldiğimiz kuşkusuna kapılmak gereksiz bu noktada. Çağımız sanatçısının anlatım araçları ve teknikleri her ne kadar gerçekçiliğin tuzaklarını içinde barındırıyorsa da zamanı ve dünyasal gerçeği algılama araçlarımız hala aynı. Gören ve gösteren arasında narin çizginin giderek kırıldığını, tek elde toplandığını görmek acı olsa da, her iki kimliğin sanatsal bir zeminde birleşiyor olması yine de umut verici. Tam bu noktada İbrahim Çiftçioğlu”nun yeni işleri duyusal, duygusal ve tepkisel tatlar barındırıyor olsa da, hayal gücünün akılla düz
enlendiği çağımız sanatına eklemlenen yenilikler hanesinde yer tutuyorlar.
Üstelik çoğu 2002 tarihini taşıyan bu işlerinde Çiftçioğlu şimdiye dek bilindik bir biçimde, toplumsal bir bakış çerçevesinde anlamlandığı dünyayı, bu kez daha bireysel bir bakışa doğru yönlendirir. Gündelik yaşamın sıkışmışlıkların hiçbir biçimde ifade bulmadığını söyleyebileceğimiz bu tuvallerin derininde başka gerçeklikleri okumak olası mıdır? Bence evet. Bugüne dek sanatçı sorumluluğu ve belli bir duruş zenginliği içeren tavrıyla da dikkat çekmiş bir sanatçı olarak, yine belli bir tema ve konu üzerinde yoğunlaşsa da, kendi kişisel tarihinden izler bırakır son işlerinde ve bu izleri sürmek bize kalır. Bir doygunluk hissi yaratmak için seçilmemiş oldukları açıkça belli olan kimi formlar (örneğin; bulut, gözyaşı, ateş vs.) izi sürülecek şey”leri simgelerler. Tümü belli bir kıvam sonrasında, dayanma noktasının inceldiği yerden sonra birer dönüştürücü boşalımı imleyen bu formlar, alışılmış ve kalıplaşmış toplumsal içerikli söylemlere de bir yanıt gibidir aslında. Toptan yadsıyıcı bir tavrı kendine tuzak sayan bir yaratıcının, kendi yapıtı ve sanat tarihiyle uzlaşmanın ötesinde, yeni kodlar ve şifreler üretimine örnekler oluştururlar.
Zaman zaman zemindeki leke düzeninin, zaman zaman da zemindeki düzenlemenin başrole soyunduğu, rastlantısal tatları da yok saymayan bu Çiftçioğlu imzalı yeni işler araştırıcı bir çalışmanın ürünleri. Gören tarafından da yeniden üretilmesi, farklı biçimlerde okunması gereken işler. Öncelikle kasıtlı bir tekrarı öneren, içine girildikçe ya da tam tersi daha da uzaklaştıkça yakınlaşılan bu düzenlemeler tuvalin gündemini sorgulamayı da önerecektir size. Sanatçının yalnızca gösteren olmadığı bir öneridir bu. Gören ve gösterenin sıklıkla yer değiştirdikleri bu post-rontgenci dünyada başarının artık dert anlatmaktan çok, yapı kurmak olduğunun ayrımında olanlar için, yeni bir şey olamasa da bu söylediklerim, Çiftçioğlu”nun yeni işlerinde öne çıkan bir tavır. Bu tavrın açık göstergesi ise bir tek tuvalde gösterilecek şey”in çoğalarak şeyler”e dönüştürülmesidir. İnceliğin çoklukta gizli olmadığını biliyoruz. Bilmediğimiz şeyler”deki gizli incelikler.

SON SÖZ

Hume”a göre bizi hayal gücünden kurtaracak olan şey, tam da hayal gücünün bir başka çeşitlemesi olan akıldır ve bu yüzden de hayal gücü, hayal gücü adına reddedilmelidir.

Eagleton