Hepimizin bilindik, bilinmedik bir sürü takıntısı var yazarken; nesneler, durumlar, mekanlar gibi. Gün ve gece, uyku ve uyanıklık arasına sıkışmış birçok an’da, yaratırken, daha doğrusu yaratmaya yeltenirken yanımızda yöremizde bulundurmaya özen gösterdiğimiz, gördüğümüzde içimizi rahatlatan, bu dünyadaki yabancılığımızı azaltan ‘şeyler’ diyebiliriz bunların tümüne.
Git gide olgunlaşacak yerde, büyümekten imtina eden, bu haylaz çocuk-adam’lardan biri olarak, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman da oldukça seçkinci bir titizliği çağrıştıran çokça takıntım var benim de; kalemler, defterler ve kimi küçük nesnelerden oluşuyor bu bana ait olmazsa olmazlar! Ama gerçekten öyle mi acaba?
Doğrusu merak ettiğim şeylerden biridir, Antonin Artaud ‘Tanrı Yargısının İşini Bitirmek İçin’ inde yer alan metinleri yazarken, bu türden eşlikçileri var mıydı? Onlara gerek duyuyor muydu? Varsa, nelerdi bunlar?
Bu soruları bir kenara bırakıp, benim nafile ‘züppeliklerime’ dönelim ve kalemlerden başlayalım. Dolmakalem her zaman tercihim, tercihten de öte tutkum olageldi. O mürekkepsiz ve sıkça tükendikleri halde tükenmez denen kalemlerden hep uzak durdum. Kurşunkalemleri de severim çocukluğumdan beri; ama pek kullanmam, yine de yazı masamda uçları her zaman açık, yüksek esinlerime(!) hizmet etmeye amade onlarca kalem hazırolda bekler; enç
ok da işlenmemiş ağaçtan yapılma ‘Austuralian Bush Pencil’ımı severim. Dolma kalemlerimse Mont Blanc’dan Harley- Davidson’a uzanan bir marka çeşitliği barındırsa da en sevdiğim ‘no name’ olan mavi oyalı ve küçük taşlı olanıdır.
Defterlere gelince; daha bir delirdiğim, her zaman iştahı yerinde, açgözlü bir çocuk gibi saldırdığım söylenebilir defterlere; kesinlikle zaaf diye bir şey varsa, bu durum o durumdur. Rhodia’nın saf kağıttan ürettiği defterlere bayılırım. Tercihim 240 sayfalık, 14.8x21 cm ölçülerinde olan, 100 gram kağıdın kullanıldığı çeşididir; pür kağıttan elde edildiği için bembeyazdırlar ve her zaman çağırırlar sizi. Bir başka defter tercihim de PaperBlanks’in ürettiği Rönesans stili, eski deriyle kaplanmış, ciltli ve deri mıknatısla tutturulmuş ince uzun defterlerdir. Ama Japon tasarımcı Makio Hasuike’nin tasarladığı, İtalyan üretimi, siyah kapaklı ‘MH Way’ serisinin defter ve bloknotları her açıdan bir numaramdır; günlük hayatta kullanımları, taşınmaları ve sakınma duyusu oluşturmamaları çok iyi gelir bana. Gerekirse bir sayfa koparıp atabilir, hoyrat davranabilirim; buna izin vermesi en iyi yanıdır.
Yazı masam bilgisayar dışında defterler tarafından işgal edilmiştir. Çoğu tarih atılmış, isim konmuş ya da bir konsepte karar verilmiş ama başlanamamış, el değmemiş olarak dururlar; çoğunlukla kıyamam onlara. Bu sessiz ve ıssız halleri içimi acıtsa da, kimi zaman saatlerce onların tozunu aldığım olur. Defter olarak en son gözdem, bir dostumun benim için özel olarak yaptırdığı tümüyle siyah bir defter; iç sayfaları ve kapağı simsiyah, beyaz kalemle yazmaya başladım ve bittiğinde tıpkı basım yapılması gereken bir durum söz konusu. Defterin adı ‘Be Yaz Kalem!’ .
Kalem ve defterler dışında, kimi küçük nesnelere olan düşkünlüğümden de bahsedeyim biraz. Son yıllarda küçük mavi tonlarındaki cam nesneler süslüyor yazı masamı ya da kalabalıklaştırıyor demek daha doğru olur. Küçük de olsa bu mavi cam şişeler, küllükler, lambalar, vazolar, mumluklar vb. oldukça yer tutuyorlar.
Yazı masamın diğer olmazsa olmazları kitaplar; kendi kitaplarımı da bulundururum masamda, kendimden araklamak ya da farkında olmadan kendimden araklamamak için. Fransız şiirinden yapılan çeviri derlemeler, şiirimizin birkaç uç ismi ve yazım kılavuzları (doğal olarak) eşlik eder bana.
Yazarken kimi okumalar da yaparım zaman zaman. Yazmaya çalıştığım şey’in benzerlerini ve akrabalarını masaya yatırırım çoğu kez. Kimi zaman sözlük çalışması da yaptığım olur; dağarcığımı geliştirmek için. Şiirlerime girmemiş, orda nefes almayan sözcükleri de not ederim bir kenara. Gün gelir yaşarlar onlar da; yazarlığın tanrı katı da bu olsa gerek!
Kağıt kalemle başlayan serüven daktiloya, ondan da elektronik daktiloya dönüştü zamanla. Ama kısa sürdü bu dönem; MacClassic birçoğumuz gibi benimde ilk bilgisayarım oldu. İnternet’i de ülkemizde ilk kullananlardan biri oldum; o zamanlar AnadoluNet üzerinden erişilen resimsiz sayfalar söz konusuydu. Şimdiyse kablosuz ağ ile evde üç bilgisayarla çalışıyorum; gerekli mi? Hayır. Biri iMac olmak üzre iki dizüstü, bir de yazı masamdaki PC. Genellikle kağıt kalemle yazsam da, temize çekerken araya mekanik bir şeyin girmesini tercih ederim; metne yeni bir mesafe ve yabancılaşma getirmesi hoşuma gider, yazdıklarıma karşı nesnel davranmama neden olur çünkü. İnterneti de yoğun olarak kullanıyorum ama edebiyatla ilgili değil. Yalnızca kişisel zevklerimle ilgili bilgilere ulaşmak ve vazgeçilmez tutkularımdan müzik için. Müzikle ilgili inanılmaz bir açlığım, açlıktan da öte oburluğum söz konusu. Yeni olan her şeyi dinlemek ve arşivlemek gibi bir takıntımın varlığından çok kişi haberdar ve onların da işine yarıyor bu durum!
Aslında tüm bunların yazıyla, şiirle ne ilgisi var, onu da çözebilmiş değilim!
Çağlardır (teknolojinin gelişimine koşut olarak) tüm bu nesneleri gereksinmemiş birçok yazı insanı, acı insanı geçti bu dünyadan ve olağanüstü verimleriyle insanı zenginleştiren yapıtlar bıraktılar. Bu iç burkucu romanların, imbiklerden süzülmüş öykülerin, sessizliğe adanmış dizelerin ya da gözü yaşlı mektupların hangi kalemlerle, kağıtlarla, daktilolarla ya da bilgisayarlarla yazıldığını hiç mi hiç düşünmüyoruz bugün. Yalnızca insanda bıraktığı derin iz ilgilendiriyor bizi, beni ve benim gibileri.
Başlardaki Antonin Artaud’yla ilgi soruya dönersek; insanlık tarihinin çoğunlukla deli yaftasıyla ödüllendirdiği bu sıra dışı yazar, yukarıda sözünü ettiğim yapıtı üretirken; uygarlık tarihinin büyük öngörülerini hissederek, daha 1947’de vahşi kapitalizmin birey üzerinde yaratacağı dönüşümleri tespit ederken ve insan’ın (kanlı canlı insanın) nerdeyse etinin içinde yol alıyormuşçasına bir duyu uyandırırken; kan, irin, kusmuk, sperm ve pislik içindeki ışığı ararken, bizim bu süslü oyuncaklarla dolu kum havuzlarımıza da ileniyordu kuşkusuz!!!
Bugün yaşadığımız dünya, şairi ateşten bir çemberin içine alarak, yalnızlığının oyuncaklarıyla oynamaya mahkum etmedi mi? Bu çemberi kırmak için ne yaptığımızı (ya da yapmadığımızı/yapamadığımızı) sormalıyız kendimize. Öldürülenler oldu bu yolda, yakılanlar da!
Her şeyimi çöpe atmak istiyorum şimdi!