11 Kasım 2009 Çarşamba

ÖLÜ DE...



benim bir arkadaşım var
adı deniz
saçları kırmızı
kırmızıdan da kırmızı, eskiden makas
gülünce ve siyah ve rugan!

benim bir ahbabım var
adı yok
dağları deniz, denizleri gezmiş
tepeleri mahir, suskun ve metin bir babası var
şiiri siyah!

benim bir dostum var, yeni
güneyli
denizi har, saçları sanki uzun ve beyaz
mavi mintanı keder kokar
fal bakan kadın şair tadında!

benim bir türküm var
karadağlı gırtlağı, bozlak ve silah!
alkolü yavuz kalır yanında az!

benim bir ölüm var
denizi yalan
sert kayalarım var, hırkası gri
ahtım var!

(ben bu ölüyü kaldırsam olmaz
kaldırmasam ne işim var buralarda)

benim bir siyahım var
denizi yok!


turgay kantürk ekim 2009 ölüdeniz

17 Ocak 2009 Cumartesi

ASKI

Böyle gök görmedi kuşlar; metal yağmuru,
kar kokusu, kan izi! Batmayan güneş, dinmeyen
ağrısı toprağın, ağlama duvarına çarpa çarpa;
paramparça! Bir çocuk, bir çocuk daha; yok,
kırık kolu bacağı, vur dilini, sil ayak izini, haydi
sipere, yok geleceği artık öfkenin. Şifa dağıtan
mermiler vınlıyor bu mülteci boşlukta, barış diye,
karış diye kara elmas mezarlarına. Ne şehir kalsın,
ne de kasaba, canlı kalkanlar savunsun, savrulsun
rüzgarda, tül bedenleri kadınların kızların, eski
yazların çöl kardeşliği silinsin hafızadan, dan! dan!
Ben böyle kıyım görmedim; gözlerim yaştan,
Yalanım baştan kurulsun; tuzak gibi askıda!


Turgay Kantürk
Ocak 2009 (Ölü sayısı 555)

29 Ekim 2008 Çarşamba

GEL-GİT'İM OLUR MUSUN?

Aslında bir kadınla bir erkeğin, adına birliktelik denen yolculuğa çıkmadan birbirlerine sormaları gereken ve yanıtları üstüne düşünmeleri gereken en önemli soru bu; sanki. Belki de tek gerçek soru. Hoş yanıt ne olursa olsun, fark etmeyecek! Yaşanacak ve yaşatılacak bu serüvende ilişkiyi başlatan, yürüten, eskiten, yitiren, üreten, değiştiren, dönüştüren, tüketen, ıssızlaştıran, sızılaştıran, yakınlaştıran, uzaklaştıran, hep bu iki kişi olacak; birbirine tutsak ve birbirlerine tuzak kadın ve erkek. Yaşlı ve yorgun dünyamızda ilişkiler kırgını iki kişi; siyah ve beyaz, acı ve tatlı, neşe ve keder, kahkaha ve gözyaşı, yaşam ve ölüm kadar ayrılmaz, ayrılamaz bir ikili. Geçen yıllara, yürünen yollara, oynanan oyunlara rağmen birlikte büyüyen iki çocuk belki de. Birbirlerinin oyuncağı olan, olmayı göze alan iki yetişkin belki; bir oyunda hep yalnız, yapayalnız iki kişi. Aşktan arkadaşlığa, gençlikten yaşlılığa uzanan bir sergüzeşt belki de; tanışmak, tanımak, tanınmak, aldanmak, aldatılmak, yorulmak, dinlenmek, dirilmek, ezilmek, ezmek, özgürleşmek, her durakta biraz daha birbirini anlayarak demlenmek belki de.
Her zaman gitmeye hazır bir bavul belki de.
Her zaman dönmeye hazır bir bavul belki de.
Belki de hepsi, belki de hiçbiri.
Yalnızca bir oyun belki de.
Oynanmak için.
Hayat gibi!

3 Mayıs 2008 Cumartesi

BİR MAYIS ŞİİRİ

yara böyle bir şey diyorum da
kimse duymuyor, görmüyor
kolum kanadım kırık dönüyorum
gökyüzüme bulaşıyor kininiz

dar alan diyorum aklınız için
oysa herkes biliyor eşiğinizi
ıpıslağım geceden günden beri
yasağa çalıyor hep diliniz

elleriniz kırılsın diyorum da
diliniz tutulsun üşümekten
korkunuzu sarıp sarmalayın
ben geçmedim, siz geçiniz!

yalan cadde, zulüm sokak
no yok diyorum, susmuyorum
ezberlense bari bu şiir, nedensiz
kan damlıyor, mayın gibi güneşiniz.


turgay kantürk
1 Mayıs 2008

30 Nisan 2008 Çarşamba

ŞAİRİN KUM HAVUZU

Hepimizin bilindik, bilinmedik bir sürü takıntısı var yazarken; nesneler, durumlar, mekanlar gibi. Gün ve gece, uyku ve uyanıklık arasına sıkışmış birçok an’da, yaratırken, daha doğrusu yaratmaya yeltenirken yanımızda yöremizde bulundurmaya özen gösterdiğimiz, gördüğümüzde içimizi rahatlatan, bu dünyadaki yabancılığımızı azaltan ‘şeyler’ diyebiliriz bunların tümüne.
Git gide olgunlaşacak yerde, büyümekten imtina eden, bu haylaz çocuk-adam’lardan biri olarak, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman da oldukça seçkinci bir titizliği çağrıştıran çokça takıntım var benim de; kalemler, defterler ve kimi küçük nesnelerden oluşuyor bu bana ait olmazsa olmazlar! Ama gerçekten öyle mi acaba?
Doğrusu merak ettiğim şeylerden biridir, Antonin Artaud ‘Tanrı Yargısının İşini Bitirmek İçin’ inde yer alan metinleri yazarken, bu türden eşlikçileri var mıydı? Onlara gerek duyuyor muydu? Varsa, nelerdi bunlar?
Bu soruları bir kenara bırakıp, benim nafile ‘züppeliklerime’ dönelim ve kalemlerden başlayalım. Dolmakalem her zaman tercihim, tercihten de öte tutkum olageldi. O mürekkepsiz ve sıkça tükendikleri halde tükenmez denen kalemlerden hep uzak durdum. Kurşunkalemleri de severim çocukluğumdan beri; ama pek kullanmam, yine de yazı masamda uçları her zaman açık, yüksek esinlerime(!) hizmet etmeye amade onlarca kalem hazırolda bekler; ençok da işlenmemiş ağaçtan yapılma ‘Austuralian Bush Pencil’ımı severim. Dolma kalemlerimse Mont Blanc’dan Harley- Davidson’a uzanan bir marka çeşitliği barındırsa da en sevdiğim ‘no name’ olan mavi oyalı ve küçük taşlı olanıdır.
Defterlere gelince; daha bir delirdiğim, her zaman iştahı yerinde, açgözlü bir çocuk gibi saldırdığım söylenebilir defterlere; kesinlikle zaaf diye bir şey varsa, bu durum o durumdur. Rhodia’nın saf kağıttan ürettiği defterlere bayılırım. Tercihim 240 sayfalık, 14.8x21 cm ölçülerinde olan, 100 gram kağıdın kullanıldığı çeşididir; pür kağıttan elde edildiği için bembeyazdırlar ve her zaman çağırırlar sizi. Bir başka defter tercihim de PaperBlanks’in ürettiği Rönesans stili, eski deriyle kaplanmış, ciltli ve deri mıknatısla tutturulmuş ince uzun defterlerdir. Ama Japon tasarımcı Makio Hasuike’nin tasarladığı, İtalyan üretimi, siyah kapaklı ‘MH Way’ serisinin defter ve bloknotları her açıdan bir numaramdır; günlük hayatta kullanımları, taşınmaları ve sakınma duyusu oluşturmamaları çok iyi gelir bana. Gerekirse bir sayfa koparıp atabilir, hoyrat davranabilirim; buna izin vermesi en iyi yanıdır.

Yazı masam bilgisayar dışında defterler tarafından işgal edilmiştir. Çoğu tarih atılmış, isim konmuş ya da bir konsepte karar verilmiş ama başlanamamış, el değmemiş olarak dururlar; çoğunlukla kıyamam onlara. Bu sessiz ve ıssız halleri içimi acıtsa da, kimi zaman saatlerce onların tozunu aldığım olur. Defter olarak en son gözdem, bir dostumun benim için özel olarak yaptırdığı tümüyle siyah bir defter; iç sayfaları ve kapağı simsiyah, beyaz kalemle yazmaya başladım ve bittiğinde tıpkı basım yapılması gereken bir durum söz konusu. Defterin adı ‘Be Yaz Kalem!’ .
Kalem ve defterler dışında, kimi küçük nesnelere olan düşkünlüğümden de bahsedeyim biraz. Son yıllarda küçük mavi tonlarındaki cam nesneler süslüyor yazı masamı ya da kalabalıklaştırıyor demek daha doğru olur. Küçük de olsa bu mavi cam şişeler, küllükler, lambalar, vazolar, mumluklar vb. oldukça yer tutuyorlar.
Yazı masamın diğer olmazsa olmazları kitaplar; kendi kitaplarımı da bulundururum masamda, kendimden araklamak ya da farkında olmadan kendimden araklamamak için. Fransız şiirinden yapılan çeviri derlemeler, şiirimizin birkaç uç ismi ve yazım kılavuzları (doğal olarak) eşlik eder bana.
Yazarken kimi okumalar da yaparım zaman zaman. Yazmaya çalıştığım şey’in benzerlerini ve akrabalarını masaya yatırırım çoğu kez. Kimi zaman sözlük çalışması da yaptığım olur; dağarcığımı geliştirmek için. Şiirlerime girmemiş, orda nefes almayan sözcükleri de not ederim bir kenara. Gün gelir yaşarlar onlar da; yazarlığın tanrı katı da bu olsa gerek!
Kağıt kalemle başlayan serüven daktiloya, ondan da elektronik daktiloya dönüştü zamanla. Ama kısa sürdü bu dönem; MacClassic birçoğumuz gibi benimde ilk bilgisayarım oldu. İnternet’i de ülkemizde ilk kullananlardan biri oldum; o zamanlar AnadoluNet üzerinden erişilen resimsiz sayfalar söz konusuydu. Şimdiyse kablosuz ağ ile evde üç bilgisayarla çalışıyorum; gerekli mi? Hayır. Biri iMac olmak üzre iki dizüstü, bir de yazı masamdaki PC. Genellikle kağıt kalemle yazsam da, temize çekerken araya mekanik bir şeyin girmesini tercih ederim; metne yeni bir mesafe ve yabancılaşma getirmesi hoşuma gider, yazdıklarıma karşı nesnel davranmama neden olur çünkü. İnterneti de yoğun olarak kullanıyorum ama edebiyatla ilgili değil. Yalnızca kişisel zevklerimle ilgili bilgilere ulaşmak ve vazgeçilmez tutkularımdan müzik için. Müzikle ilgili inanılmaz bir açlığım, açlıktan da öte oburluğum söz konusu. Yeni olan her şeyi dinlemek ve arşivlemek gibi bir takıntımın varlığından çok kişi haberdar ve onların da işine yarıyor bu durum!

Aslında tüm bunların yazıyla, şiirle ne ilgisi var, onu da çözebilmiş değilim!

Çağlardır (teknolojinin gelişimine koşut olarak) tüm bu nesneleri gereksinmemiş birçok yazı insanı, acı insanı geçti bu dünyadan ve olağanüstü verimleriyle insanı zenginleştiren yapıtlar bıraktılar. Bu iç burkucu romanların, imbiklerden süzülmüş öykülerin, sessizliğe adanmış dizelerin ya da gözü yaşlı mektupların hangi kalemlerle, kağıtlarla, daktilolarla ya da bilgisayarlarla yazıldığını hiç mi hiç düşünmüyoruz bugün. Yalnızca insanda bıraktığı derin iz ilgilendiriyor bizi, beni ve benim gibileri.

Başlardaki Antonin Artaud’yla ilgi soruya dönersek; insanlık tarihinin çoğunlukla deli yaftasıyla ödüllendirdiği bu sıra dışı yazar, yukarıda sözünü ettiğim yapıtı üretirken; uygarlık tarihinin büyük öngörülerini hissederek, daha 1947’de vahşi kapitalizmin birey üzerinde yaratacağı dönüşümleri tespit ederken ve insan’ın (kanlı canlı insanın) nerdeyse etinin içinde yol alıyormuşçasına bir duyu uyandırırken; kan, irin, kusmuk, sperm ve pislik içindeki ışığı ararken, bizim bu süslü oyuncaklarla dolu kum havuzlarımıza da ileniyordu kuşkusuz!!!
Bugün yaşadığımız dünya, şairi ateşten bir çemberin içine alarak, yalnızlığının oyuncaklarıyla oynamaya mahkum etmedi mi? Bu çemberi kırmak için ne yaptığımızı (ya da yapmadığımızı/yapamadığımızı) sormalıyız kendimize. Öldürülenler oldu bu yolda, yakılanlar da!
Her şeyimi çöpe atmak istiyorum şimdi!

29 Nisan 2008 Salı

KAHKAHADAN GÖZYAŞLARINA: JEAN TARDIEU

1903’te Saint-Germain de Joux’da doğan Jean Tardieu çok küçük yaşlarda şiirle düşüp kalkmaya başladı. İlk şiirlerini yazdığında yedi yaşındaydı. Molierè’in oyunlarına karşı büyük ilgi duydu. İlk güldürüsünü yazdı; Le Magister Malgè Lui (1918). Bu arada felsefeye de ilgi duyan Tardieu on sekiz yaşında entellektüel bir sürmenaj geçirdi. Bir gün ayna karşısında tıraş olurken varoluş olayının yabancılığını ayrımsadı. Bu olay onun yaşamında derin izler bırakacaktı. Sonraki yıllarında birçok şair ve yazarla tanıştı. Bunların arasında Gide de vardı. İlk şiirleri Gide aracılığıyla N.R.F’de yayımlandı. İlk şiir kitabı 1933 tarihini taşır; Le Fleuve Cache (Gizli Irmak). 1940-44 yılları arasında Fransa’daki Direniş’in gizli yazınsal etkinliklerine katıldı. Eluard ve diğerleriyle ilişki kurdu. Paris’in kurtuluşunu izleyen yıllarda oyun yazarlığına yöneldi. Yeni bir çizgi arayışı içinde iki kısa oyun yazdı: Qui est-la? (Kim var Orda) ve La Politesse Inutile (Gereksiz Nezaket). Oyun yazarlığının yanı sıra şiiri de sürdürdü. Çeşitli ressamların yapıtlarına şiirsel metinler yazdı.
Yazınsal yaşamını kabaca özetlemeye çalıştığım Tardieu, hiç kuşkusuz görkemli Fransız yazınının büyük şairlerinden değil. Şiirini Saçma’nın kıyılarında dolaştıran şair, dili kullanımı ve izlekleri değişik boyutlarda, biçimlerde kullanmasıyla önem kazanıyor. ‘Saçma’yı sorunsallığı içinde anlatmayı amaçlayan birçok şairden, şiirde, sözcüklere verdiği önemle ayrılıyor. Şiirde sessel devinime her şeyden çok değer veren Tardieu, yaşamın yansıması olarak görür ritmi. Şiirse yaşamsal devinimin sese dönüşmesidir. Bir konuşmasında şiirden şöyle söz eder; “Kâh dünyayla uzlaşmış olmak, kâh sürgünde olmak; bu, başka bir şeyin var olduğuna inanmaktır; görünenin ardından görülmeyen bir şey. Sizinle konuşan, hiç bilmediğiniz hem de çok iyi bildiğiniz, sizi belirsiz bir yere götüren bir ses. Kâh güven verici, heyecanlandırıcı, kâh tedirgin edici ya da tümünü birden içeren bir şey. Şiir benim için bu olmalıydı. Ve şimdi de bu olduğunu düşünüyorum, en azından belli ölçülerde.”
Tardieu’nun şiirsel evrimi, yapmanın ve yok etmenin karşıtlığını içerir. Sanatsal anlatımı hiçbir zaman hiçlemez. şiirinde kolaylıkla görülebileceği gibi özden gelen kalıcı bir arılık vardır. Bir çocuk gibi şaşkındır. Her şeyle eğlenir. Ona ciddi bir hava vermekte güçlük çeker. aksaklıklarla dalga geçer. Kimi de bilerek yapar bunu; “Örneğin çok basit, çok bilinen sözcüklerden yola çıkıp, yinelemelerden korkmadan, bir bestecinin notları düzenlemesi gibi düzenliyordum şiirlerimi... Sözcükleri garip ve gülünç yönleriyle görüyordum. Ve bu da ‘gülmece’nin egemen olduğu şiirler verdi. Grotesk bir kişilik yaratmaya dek gittim: Professeur Froeppel ve ona ciddiyetsizlik yargısına vardığım deneylerimi malettim. Örneğin sözcükleri düzenli bir biçimde, birini diğeri için almak. Ya da tümüyle saçma ‘küçük sorunsallarla’ bilimleri ve felsefeyi yansılamak.”
Çok sayıda şiir kitabı var Tardieu’nün. Kimi önemli yapıtlarını kısaca anmak ve şiirsel serüvenini az da olsa belgelemek istiyorum. 1943’te yayımlanan Le Temoin Invisible’de (Görünmez Tanık) yoğunluk ve kısalık göze çarpar. Fransız şiirinin söze verdiği öneme ve ağırlığa karşı koymaya yönelir. Büyük korkuları ve tedirginlikleri küçük şiirlerle karşılamaya çalışır. Ritmik bir düzenleme içinde az söz ve az imge kullanmaya özen gösterir. 1947’de yayımlanan Iours Petrifies’deyse (Taşlaşmış Günler) lirizme en sadık olduğu şiirleri içerir. Ürpertici düşünceye tümüyle bağlıdır. Duygusal bir tutumla yazar. Savaş sonrası söze değer vermeye bir dönüş gözlenir. Sözcüklere bağlanır. Burada E. Noulet’nin bir saptamasını anmak istiyorum; “Onun için sözcük, nedensiz kavga aranan bir aşk gibidir.” Artık yapıtlarında düşleme büyük yer ayırır. İzleği tek gibidir; “Monsieur, Monsieur” (Bayım, Bayım 1951); ciddi ve ‘gülünç’ü karşı karşıya getirir. “Bayım, Bayım” felsefeyle yapılan gülmecenin yetkin örneklerinden biridir. E. Noulet, Tardieu’nun bu yapıtında Queneau ve Prevert etkisi gözlediğini söyleyecektir. Ama yine de Prevert-Tardieu ayrımını koymayı unutmayacaktır. Gülmecenin doruğa ulaştığı bu yapıt Tardieu’nun gülmeceden bir şeyler beklediğinin açık kanıtıdır. Oyun yazarlığında da gülmecenin önemli bir yer tuttuğunu anımsatalım. Tardieu, J.M. Le Sidaner’in “Yaptınızda ve diğer (yazılarınızda) ‘gülmece’ye hangi rolü veriyorsunuz” sorusunu şöyle yanıtlar: “Hatırı sayılır bir rol. Şiirde, romanda, tiyatroda kullanılan gülmece, çağcıl yazının en büyük fetihlerinden biridir... Şaşkınlık veren bir tür ‘tanrı elçisidir...’ Başkalarında (ve bende) gülmece, yalın neşenin ama aynı zamanda duygulanmanın, karakaygının, kuşkunun ve hatta belli bir umutsuzluğun izlerini taşır”
Daha sonraki yapıtlarında imgeden kopuş gözlenir. 1954’te yayımlanan “Une Voix Sans Personne” (İnsansız bir Ses) yalın şiirleri içerir. ‘Şiirin kıraliçesi’ dediği imgeden kopar. Sıradan sözcüklere bağlanır.
Tardieu bizde az da olsa oyun yazarlığıyla tanınıyor. Kısa oyunlarının toplandığı iki ciltlik yapıtından çevirirler, “Sekiz Oyun” adıyla yayımlanmıştı. Zehra İpşiroğlu’ysa “Uyumsuz Tiyatroda Gerçekçilik” adlı yapıtında Tardieu’yü bir dipnotla anmakta. Aziz Çalışırlar’ın “Gerçekçi Tiyatro” sözlüğü adlı çalışmasında kısa bir madde olarak yer almakta Tardieu.
Tardieu’nun oyun yazarlığı üzerinde kısaca şunlar söylenebilir: Çağdaş insanın içinde bulunduğu bunalımı anlatan uyumsuz (Absurd) Tiyarto yazarlarının yanında yer almaktadır. Genellikle kısa olan bu oyunlar deneyse bir ugulama etkisi uyandırmaktadır. Oyunlarının izlekleri, şiirlerinde de olduğu gibi dilsel bir devinimin ürünleridir. Olaydan çok dile önem verir. Olayın yeğlendiği oyunlarsa daha çok güldürüleridir. Bu güldürülerde de her çağ yapıtında olduğu gibi gelenek çatışmalarını kullanır. Gelenekse tiyatroya bir tepki gibi görünen Tardieu tiyatrosu şiirsel boyutlar taşımaktadır; “Tardieu’nün tüm yapıtı şiirdir, oyunlarında da, düzyazılarında da.” Şiirlerinde gözlenen konuşma eğilimi oyunlarının yönlenmesinde büyük önem taşır. Şiir ve oyunu tümleştirdiği önemli yapıtı “Une Voix Sans Personne” da şiir oyun denemesini gerçekleştirmiştir.
Tardieu oyunları üzerine yöneltilen bir soruyu yanıtlarken şöyle der: “Bir erek sapladım kendime, belki çok hırslı (çünkü tasarılarımın bir bölümünü gerçekleştirdim) belli başlı teatral biçimlerin çevreninde dolaşmak; klasik ya da çağdaş, kısa oyunlar halinde, kimileri şiirsel kimileri de gerçekten yansımalı (parodik)... Bunun içindir ki, büyük bir bölümü kısadırlar. Nerdeyse ‘skeç’tirler... Bu oyunlardan kimileri ‘Profesör Froeppel’imin gülünç zırvalarına yakındır. Diğerleri düşe, karabasana dek gider. Tümü benim için, şiirin başka biçimleridir. Bunlar, istenilen belli bir ayrım, belli bir alışılmamış ışıklandırma aracılığıyla, yakalanmaya çalışılması gereken gizli bir gerçeğin değişik yaklaşımlarıdır. Ve yapıtlarımın tümü gibi, denilebilir ki ‘kahkahadan gözyaşlarına’ giderler.”

'METAL AYİNLER’ VE ‘ŞARABİ HAYATLAR' ARASINDA; ŞİİR!

Metin Cengiz’in son şiir kitabı “Gençlik Çağı”nda,(1) şiirinin temel ikileminin daha da belirginleştiğini söylemek yanlış olmaz kanımca Birincisi; yaşamı estetize ederek elde edilmeye çalışılan şiir, ikincisi; estetize edilmiş yapı olan şiirden elde edilmeye çalışılan yaşamsal katkı. Modernizmin başlangıcından bugüne, birçok sanatçıda (yaratıcı sanatçıda) görülen bu iki eğilim, Pavese’yi izleyerek söylersek; Mallarme ve Withman örneklerinde kişileştirebileceğimiz bu iki eğilim, Metin Cengiz şiirinin de temelini oluşturur. Biri şiirsel yazının değiştirilmesi yolunda, görsel-işitsel hazzı ve estetize edilmiş mutlak şiiri arayarak sürdürülen çaba (tekilci), diğeriyse yaşamın değiştirilmesi yolunda, dünyasal hazların, yanı sıra eşitlikçi ve kardeşçe bir yaşamın şiirini arayarak sürdürülen çaba (çoğulcu).
Modernizm sonrası şiirin bu ilk uç eğilimi, özellikle Doğu şiirinde yan yana görülür. Yaşadıkları ülkelerin dünya üstündeki konumlarını da sorgular çünkü şairler. Onları toprağa bağlayan şeyler, gündelik hayat ve soludukları dildir. Birbirlerine tutsak bu ikizlerin varlık sorunları, birlikteliğin karşıtlığından da güç alır kimi zaman. İşte bu bağlamda Metin Cengiz şiiri sözünü ettiğimiz iki eğilime birden (zorunlu olarak) kucak açarak, yeni bir dil arayışına yönelir ya da şiiri bu çelişkinin özünde arar.
Daha önceki kitaplarında da izlenen bu dirim, bir önceki yapıtı “Şarkılar Kitabı”ndan(2) başlayarak belli bir dengeye oturur ve arayışını biraz daha yoğunlaştırarak sürdürür. Betimleme ve imgenin kol kola yürüyüşü görülür onun şiirinde. Modernizmin eleştirel gözlüğünü takındığını ve sözünü (şiir içre bir damıtmayla) sakınmadan söylemeye çalıştığını da eklemek gerekir. İçrek bir şiir değildir. Metin Cengiz’in şiiri, birilerine (çoğu kez bir topluluğa) bir şeyler söyleyen, öneren, zaman zaman da öğreten bir tonlama takınır. Son şiir kitabı “Gençlik Çağı”nda, aynı adı taşıyan ilk bölümde yer alan 46 şiirde bunun örneklerini görmek olasıdır: “Kuytu Zamanlar” (s.18), “Yazgısını Yazmak...” (s.20), “Şeytan” (s.32) “Günümüze Ağıt” (s..38) vs. “Gençlik Çağı” başlığı altında toplanan bu şiirlerde, adının imlediği şeyin tam tersi bir durumla da karşılaşırız. Gençlik çağı bitmiştir artık; ihtiyarlığın başladığı çağa doğru akmaktadır zaman. “Gövdem Toprağa Dua” (s. 25) adlı şiirle daha bir belirginleşen bu durum, gençlik çağının çoktan bittiğini göstermektedir. “Yaşadım, yaşayacağımı” diyen şair, ‘saatlerin iksir’ olduğu bir dönemi yaşar gibidir; zaman azalmaktadır ve sıkışma başlamıştır. Azraille karşılaşma anını tasarlamakla sonlandırır şiiri. Kuşkusuz, nerdeyse bir Ronssard tadı içeren bitişteki üç dize, şiirin ilk dörtlüğünde yer alan “zincire vurulmuş şarkıların filizi” dizesinin zayıflığını örtmez. Bu dize Metin Cengiz şiirinin taşıdığı temel ikilemin, denetimsiz bir anından artakalan tortuyu anımsatır ve iki eğilim içermenin riskine tipik bir örnek oluşturur. Buna karşın sözünü ettiğim şiir şairin geldiği noktayı açık biçimde ortaya koyar ve varacağı, varmak istediği noktayı da işaret eder.
Bu iki eğilime bir başka kanıt, şairin kullandığı sözlük, söz dizileri ve imgelerden oluşan ‘dil’den gelir. Şiirsel yazının değiştirilmesi yolunda, görsel-işitsel hazzı ve estetize edilmiş mutlak şiiri arayarak sürdürülen çabayı (tekilci) imleyen kimi sözcük seçimleri; şiir, imge, zaman, ayna, şarap, aşk, nergis, ruh, mürekkep, sır çocuk, kitap, gök gibi. Yaşamın değiştirilmesi yolunda, dünyasal hazların, yanı sıra eşitlikçi ve kardeşçe bir yaşamın şiirini arayarak sürdürülen çabayı (çoğulcu) imleyen kimi sözcük seçimleri, halk, bayrak, anarşist, kürt, sabotaj, ordu, zindan, sivas, isyan, menzil, asker, slogan,hapishane, faili meçhul gibi. Yaşadığı toprağa ve dile kökten bağlı şair tavrına iyi bir örnektir. Metin Cengiz; birçok çeviri çalışması bulunan şair, dünya yazınını izlemeye gayret eden, şiir kuramına yakın duran bir yazar kimliği de oluşturmuştur, verimleriyle. Ki, iki uçlu bu eğilimin bir ucunu destekleyen bu çabalarıdır. Sözün davası ile yaşamın davasına adanmışlığın izleri sürülür şiirinde.
Kişisel yaşam deneyimlerini erittiği bir söze de çalışmaktadır. Metin Cengiz. Kitabın ilk bölümünde yer alan kimi şiirler buna örnektir. Zaman zaman aşk, şarap, anne ve baba sözcüklerinin izinden giden ve sonuçta oluşan temalar, şair kişinin geçmiş ve şimdiyle hesaplaşmasını, şiirsel sözde erittiğini gösterir. İlk bölümde yer alan şiirlerin, hemen hemen tümünde, sözcükleri takılarından arındırmaya çalışarak, oları yalın halleriyle kullanmaya özen gösteren, bütünde yaratılacak etkiyi göz ardı etmeden, dizede yoğunlaşan şair, dize işçiliğine önem veren bir tavır sergiler.
Kitabın ikinci bölümünü oluşturan 24 şiir, “Meseller” başlığı altında toplanmış ve şairin yine sözünü etmeye çalıştığımız eğilimlerini belgeleyen başlıklar taşır: “Yalnızlık Meseli” (s. 61), “Yurtseverlik Meseli” (s. 63), “Oyun Meseli” (s. 66), “Umut Meseli” (s. 71) örneklerinde olduğu gibi. Meseller başlığı altında toplanan bu şiirlerin temel özelliği, şairin birebir yaşamdan ürettiği şiirler olmasının dışında, kimi bir anın, kimi bir görüntünün, kimi de bir sözün izinden giderek, o durum yorumlanarak, yani şairce bir anlama dönüştürülerek oluşturulması. Kimi bir minibüs yazısından, kimi bir şairin dizelerinden, kimi kez de ihtiyar bir bilgenin söylediklerinden yola çıkarak oluşturur şiirini. Metin Cengiz’in bu bölümde konuşma diline daha bir yakınlaştığını, parçadan daha çok bütüne önem verdiğini de söylemek gerek. Nerdeyse başlı başına bir kitap özelliğini taşıyan bu şiirler, betimleyici özelliklerinin yanı sıra hayattan süzülen imgeye de iyi bir örnek oluşturuyorlar. Gerçeklik duygusunun daha bir duyumsandığı, hayatın ve şiirin daha bir elle tutulur, ele gelir bir hal aldığı şiirler bunlar. Gerçekle imgenin uyumlu birliği de diyebiliriz bu duruma.
Metin Cengiz yeni kitabı “Gençlik Çağı”nda, yaşadığı çağın, bu toprakta yaşananların bir panoramasını sunuyor bize, şiirinin olanaklarını geliştirerek. Umuda yakın durup, umarsız gerçeği görerek ve göstererek. Şöyle demiyor muydu Pavese, çağımızdan söz ederken: “Yaşadığımızın bir akşam alacası mı, yoksa yeni bir sabah mı olduğunu bile bilemiyoruz.” “Metal Ayinler” ve “Şarabi Hayatlar” arasında sıkışıp kalan şiir gibi. Biz de öyle!


1. Gençlik Çağı, Yön Yayıncılık, 1998
2. Şarkılar Kitabı, Papirüs Yayınları, 1995