29 Nisan 2008 Salı

BATIK KENT İÇİN UVERTÜR

Sabahattin Kudret Aksal’ın yazı yaşamının son ürünüydü “Batık Kent”. Baştan sona sıralamasını yaptığı, adını koyduğu, yayımlanmaya hazırladığı son kitabıydı. Her zamanki ev ziyaretlerimden birinde, o olağanüstü güzel yazı masasının bir çekmecesinden çıkarıp bana uzattı. Uzattığı gri renkli dosya, bildik tanıdık bir düzenle, saman kâğıdın üzerine kesilerek yapıştırılmış, değişik zamanlarda yazdığı şiirlerden oluşuyordu. Birkaçı dergilerde yayımlanmış, sanırım yüze yakın şiir duruyordu karşımda.

Sessizce dosyanın sayfaları arasında bir yolculuğa çıkmış olmalıyım. Her zamanki gibi koltuğunda oturup camdan dışarı bakıyordu, tabii ara sıra da bana. Hangi şiiri okuduğumu anlamaya çalışıyor, yüzümün düşüncelerimi ele vereceğini umarak küçük kaçamak bakışlar fırlatıyordu. Sessizliği kim bozdu bilmiyorum. Şimdi anımsayamıyorum, ama kitap adı için bir iki seçeneği daha vardı. Benim de düşüncemi sorma inceliğini hep gösterirdi, yine öyle yaptı. Kitabın adını sevdiğimi söylemiştim, anımsıyorum. Dosyayı yeniden çekmeceye koydu. Okur karşısına çıkana dek sürecek belirsiz bir karanlıkta baş başa kaldı sözcükler ve yapılar. Yapı dedim de aklıma geldi; her fırsatta Valery’nin “Sen önce yapıyı kur. Kiracı nasıl olsa bulunur” sözünü yinelerdi.

Batık Kent’in yazgısı o güzelim masanın çekmecelerinden birinde solup gitmek olacaktı nerdeyse. SKA’nın rahatsızlığı, hastanelerin ürkünç koridorlarındaki koşturmalarımız, eşi Münire Hanım’ın nerdeyse tek başına verdiği mücadele dosyayı unutturacaktı. Ne ki, Aksal’ın ardında bıraktığı son yapıtının, “Batık Kent”in ıssızlığı uzun sürmedi. O çekmeceden okura uzanan zinciri YKY kurdu ve siz bu yazıyı okuduğunuz günlerde kitap yayımlanmış olacak.

Kitap iki bölümden oluşuyor. “Batık Kent Kuşlar Köprüler” adlı şiirle başlayan ilk bölümde altmış dört şiir yer alıyor, uzunlu kısalı. Geniş zamanların şiirleri bunlar; yaşanmış, tüketilmiş ve kocamış bir zamanın içinde, kentin, sokağın, dağın taşın anlatıya dönüştüğü, belki de son kez bu dünyadan geçip giderken ustaca inşa edilmiş bir yapı. İlk bölümdeki şiirlerin tümü hece ölçüsüyle yazılmış. Beş heceli dizelerden başlayarak, on dörtlülere ulaşan dizelerde değişik uyak düzenleri yeğlenmiş. Nerden bakarsanız bakın usta işi şiirler bunlar. Kendine has içkinliği barındırdıkları dil tadı, görsel ve işitsel zenginlileriyle kunt birer yapı hepsi de. Çoğu yarım uyaklarla kurulmuş ses düzenleri sizi devingen bir semboller dünyasına da çağırıyor, usul usul. Sarsılmaz dengelerin, çağlar arasında usul gelgit’lerin, yolculuk ve ölüm duygusunun, zaman tanımaz bir seyyahın, giderek şiirin de tema olarak bir sorunsal gibi bir görünüp bir yok olduğu düşünsel derinlikler sunan şiirleri barındırıyor “Batık Kent”in ilk bölümü. Bu bölümün açılış şiiri aksal şiirinin tüm genel ve özel (onu başkalarından ayıran, başkalarıyla benzer kılan) niteliklerini bir kez daha duyumsatıyor:

En eski çiniydi gök
Batık kent, bizden ayrı
Ve bulutlarca uzak.
Ne ağaç ne yaprağı
Ne de dal, konamayan
ve hep uçan kuşları.
Tınısıdır duyulan
Köpüğü o gömütün
Yakamozlar koklanan
Sen ey tükenmiş! Tütün
Ve alkolle avuntu,
Yok neye baksam, bütün
Zaman şimdi anlatı.
(s.9)

Aksal’ın şiirlerini kurarken sözcükler ve onların anlamları denli, noktalama imlerinin kılavuzluğunu, onların aracılığını gereksindiğini bilirdim hep. Tek bir virgülü yanlış çıkan şiirinden rahatsız olur, kitapsa kesinlikle düzelterek verir, dergiyse bir sonraki sayı düzeltme koymalarını isterdi. Okuru doğru yönlendirecek tüm elemanları yerinde kullanmaya özen gösterir, bir noktalama imini koymak için günlerce düşünür, gerekirse inandığı birkaç kişiyi sınardı. Aksal’ın ilk bölümünde yer alan şiirlerindeyse noktalama imleri, diğer şiirlerine oranla nerdeyse yok denecek denli az. (Örn. “Seslerle Uyandığım”, “Bir İlkçağ Resmi”, “Öyle Bir Günde”.) Kimi şiirlerde yalnızca iki ünlem (örn. “Soy”), kimilerindeyse tek noktalama imi bulunuyor (örn. “Bekleyenler”, “Yalnız”). Noktalama imleriyle ilgili dikkatimi çeken bir şey daha var: Yanılmıyorsam Aksal şiirde ilk kez parantez imini bu kitapta kullanıyor. (Örn. “Geçmiş Zaman Duygulanımları”, “Söylen ve Zaman”.)
Batık Kent’in ikinci bölümü elli bir şiirden oluşuyor. Bu bölümde Aksal’ın zaman zaman hece ölçüsüyle kurduğu şiirler dışında daha çok özgür söyleşiyle yazdığı şiirler dikkat çekiyor. Ne ki, ölçü ve uyağın şaire sağladığı sessel olanaklar, bizi yine sürüklüyor o duru ve aydınlık söyleyişin sularına. Dörtlüklerden, düzyazıya, ordan konuşulara değin varan çeşitli biçimleri, şiirinin izleklerine araç ediniyor. Giderek geniş ve geçmiş zamanın içinde süren yolculuk, ‘an’lara birer dokunuşa dönüşüyor (Örn... “Eski Bir Sokaktaydı”, “İstanbul 1990”, “Arkadaş”). Kitabın nerdeyse tümüne yayılan önemli bir izlekse çocukluğa dönüş. Yitirilen değerlerin birçoğunu çocukla simgeler şair. Batmakta olan bir kentte, giderek bireyin yalnızlığa tutsak düştüğü dünyamızda, çocuğun ‘şey’lere hayretle bakışı imlenir. Sığınılacak son liman olur çocukluk. (Örn. “Okul”, “Çocukluğa Dönüş”.) Aksal şiirinin her zamanki izleklerinden olan sonsuzluk ve zamansızlık temaları bu bölümde de sürer gider. Gün, gece ve gök arasında sıkışıp kalan ve ayağını topraktan çekmeye tutsak kişinin, son yolculuğa doğru çaresiz çırpınışlardır sanki yaşam denen süreç (Örn. “Her Şey”, “Günce”). Ne ki, tüm bunlara karşın yine de yaratmanın, değiştirmenin olağandışı büyüsüne kapılıp gider insanoğlu; kimi kez şiir yazarak, kimi kez de doğayı yenileyerek, değiştirerek yapar bunu. Kim bilir, belki de aynı şeydir yapılan! (Örn. “Sözler”, “Ağacı Değiştirmek”, “Şiir Yazıyor”.)

Aksal’ın “Batık Kent”i, son şiirler toplamı “Yaz Gecesi Balkonda Oturanlar” adlı şiirle kapanır. “Batık Kent”e açılan küçük bir kapı olan bu yazı da, son şiirle bitsin istiyorum. Sondan da başlanabilir her şeye!

Dün gece ağustos böceği
Öttü. İlk ağustos böceği
Öttü. Hiç de ummadığımız
Bir yasa büründü ev. Baka
Kaldık, ne ses ne soluk. Neydi
Birdenbire bizi ürperten
Ağzı dili yok koyan orda bilemedik.

Hiç yorum yok: