29 Nisan 2008 Salı

ŞİİR ÇELİŞKİDİR! (GENÇLİK VE ŞİİR ÜZERİNE ELEŞTİREL BİR DENEME)

Çoğu zaman şiir, şairin dünyaya bakışının, yaşamının, tutkularının, düşüncelerinin, düşlerinin, düşüşlerinin bir göstergesiyle de, çağlar boyu yaşantılarla gövermiş, şairlerin öznel durumlarıyla bir biçime, bir biçime ulaşmışsa da, Homeros’tan bu yana özde büyük bir değişim göstermemiştir. Örneğin birbirleriyle aralarında derin uçurumların olduğu söylenegelen usçuluk ve gerçeküstücülük, şiir bağlamında, gerçek ve güzel’in olası birliği karşısında eşittirler. Kimi güncel yönsemelerin tuzağında çırpınan şair, bu olası birliğin yaşamdan, çatışmadan, toplumsal olaylardan çıkarak gerçekleşeceğini benimser. Ne ki bu, bir anlamda gerçekten türeyen, somut bir kalıntıysa da geçmişin değerleriyle desteklenmedikçe, onlarla anlamlanmadıkça, kalıtla varsıllaşmadıkça bir kalıntı, bir yığın olmaktan öteye gidemez.
Gerçek ve güzel’in olası birliğinden söz ettim az önce. Bundan ne anladığımı dile getirmek, söze dökmek nerdeyse olanaksız. Gerçek ve güzel’in birliği üzerine söylenecek sözler yanıltıcı olabilir kanımca. Ancak bu birliğin, kimi genel doğrularla yönlenerek elde edilebileceğini söylemeliyim. Şairin öznel durumundan, yaşama bakışından, düş ve düşüncelerinden söz açmamın nedeni buydu. Yani, bu olası birlik, şairin öznel konumundan, kişiliğinden, duyarlığından soyutlanarak ele alınamaz. Gerçek ve güzel’in göreli kavramlar olduğunu da unutmamayı gereksinmektedir bu arayış. Şiirin sonsuzlukla ilişkisini de bu göreli kavramlarla açıklayabiliriz ancak. Bunun tersini savunma, tek bir şiirden, tek bir şairden söz açmakla eşanlamlıdır. Ne ki bu görelilik birçok soruyu beraberinde getirmektedir. Bu kavramların göreliliğinden ne anlıyoruz? Bu kavramları somutlaştırmak, gerçeğini bulmak için hangi yolları yürümemiz gerekecektir? Gerçek’le güzel olası bir çelişkiyi içermektedir, neden? Güzel’in kışkırtıcılığı, gerçek’in yalınlığı nasıl bir bileşim doğuracaktır? Tüm bu soruların ve türetilebilecek benzer soruların yanıtı, şairin yaşam ve sanat arasındaki gizi çözüp çözmemiş olmasına bağlıdır. Bu giz nerdeyse bir söylence kişisini anımsatmakta: Sfenks! Evet, şiire giden yol böylesi bir tansıktan geçmektedir. Bu çekinceyi ayrımsayan kimi şairlerse, bu yaşamsal ve sanatsal çekinceyle yüz yüze gelmemek için nerdeyse kırk dereden su getirmekte yine bir söylence kişisine gönderme yapacak olursak, Sisyphos gibi umarsız bir yazgıyla oyalanmaktadırlar. Ne ki ellerindeki taşların yalnızca bir kalıntı olduğunu, yazgılarını değiştirmek için çabaladıklarında çekinceyle yüzleşeceklerini ve büyük bir olasılıkla da Sfenks’in bilmecesini çözemeyeceklerini bilmektedirler. Yalnızca bu yüzden, şiirin varlığını kendi varlıklarıyla özdeşleştirerek, umarsız yazgılarına boyun eğmekteler. Bu boyun eğiş, gerçek ve güzel’in karşısında bir boyun eğiştir. Bunun çoğaltılması, genelleştirilmesi, kuramlaştırılmasıysa, gerçek ve güzel’in göreliliğini umursamamak, yaşam ve sanat arasındaki eytişimsel ilişkiyi yok saymaktır. Bu yok sayış, bence, gerçek ve güzel arasındaki ilişkiyi kurma yolunda giderek bir zorunluluğa dönüşen, sonuçta sanatın gerçeğini yeğleyişe varan seçimden kaçışın bir göstergesidir. Bunun içindir ki kalıntılarla, sıradan, bayağı gerçeklerle oyalanmaktadırlar. Gerçek’in yalınlığı gide gide, yinelene yinelene, sıradanlaşmış, bayağılaşmıştır. Doğal olarak bu kaçış dile, imgeleme, biçime ve biçemi etkileyerek görkemli bir çöküşü beraberinde getirmektedir. Bu durumun yazın türlerinin tümüne yansıması da kaçınılmaz bir yazgıya dönüşmekte zamanla. Yaratıma dayanan türler dışında da bu eğilimi gözlemlemek, alımlamak olası.
Geriye dönerek, gitgide bir zorunluluğa dönüşen yeğleyişten söz açmak istiyorum. Gerçek’le güzel arasındaki, çelişkilerle çoğalan nerdeyse çözümsüz gibi görünen bu ilişki, şiirin iç sorunlarıyla eşanlamlıdır. Bu görüş tartışılabilir. Nedeniyse, yukarıda sözünü ettiğim yeğleyiş sonucunda varılan bir yargı olmasıdır. Öyleyse bu yeğleyişin üzerinde durmakta yarar var. Sanatın -özelde şiirin- gerçek’in başka yüzlerinden biri olduğu yaygın bir görüştür ve doğrudur da. Evet, sanat gerçek’in başka bir yüzüdür. Herkes de katılır bu görüşe. Ne ki yaratılan yapıtların çoğunu dikkatle incelediğimizde, çoğunluğun bu görüşü nasıl alımladığını anlamamız, kavramımız olası değildir. Özellikle güncellikle sarmaş dolaş olanların gerçeklik’le sanatsal gerçek’in ayrımından haberli olmadıkları gün gibi ortadadır. Yalnızca onlar değil kuşkusuz, yaşadığı çağda benimsenmek tutkusuyla yanıp tutuşanlar, bir düşünceyi sanat yapıtı aracılığıyla ille de kanıtlamak isteyenler, sanatın somut gerçeklik üzerinde büyük değişiklikler yapabileceği inancında olanlar. vb. tümü, sanatsal gerçeği, somut gerçekten, gerçeklikten ayırmamaktalar. Sanat, gerçeklikle derin bir iletişim içindedir, kuşkusuz sanat yapıtının alımlanmasını, yerine oturtulmasını, soluk almasını sağlar. Ancak yaratım aşamasında tüm bunlar somut bir anlam içermemektedir. Yani sanat yapıtı bunlar göz önünde bulundurularak yaratılamaz. Yaratıldığındaysa, yukarıda sözünü eğittim gerçeklikle sanatsal gerçek arasında bir yeğleyişe yaslanmayan, sonuçta da gerçeğe, somut gerçekliğe yakayı kaptıran, sıradan bayağı, gerçeklik’ten ayrımı olmayan kalıntılar çıkar ortaya; bir taş parçası. Soruyu sorabiliriz öyleyse Sanat bunun neresinde? Evet, gerçeklik’ten başka bir şey olmayan öz kalmıştır geriye.
Biçimi de yoktur doğal olarak, türü de; şiir midir, roman mıdır, öykü müdür, resim midir? Nedir? Çağımızda artık iyice belirginleşen bir gerçeğe de varmış oluruz böylece; türler arasındaki ayrım gitgide yok olmaktadır. Bu, sanatçının gerçekliğe boyun eğişinden başka bir şey değildir.
Vardığımız sonuç, çağımızda sanatın durumunun içler acısı olduğunu açıkça ortaya koymakta. Bana kalırsa; sanatçı gerçeklikçe tutsak alınmıştır. Bu tutsaklık ne zamana dek sürecek? Kuşkusuz bu sorunun yanıtı, gerçek ve güzel arasındaki ilişki çözüldüğünde, o tansıksı birliğe ulaşıldığında, alınacaktır. Gerçek’le sanatsal gerçek arasındaki ayrımı gözetmeyenlerin, bu sorunsala eğilmeyenlerin, sonuçta sıradan gerçek’le, bayağılıkla yüzleştiklerini biliyoruz artık. Ellerinde bir taş parçası vardır yalnızca. Daha kaç kez tepeye çıkaracaklardır bu taşı! Sanırım bu, insan varlığının yok oluşuna dek sürüp gidecek, umarsız bir söylenceye dönüşecektir. Çünkü bu düşüncenin, bu umarsız gerçek’in yanıtı insanla birlikte vardı. Var olması da gerekirdi; bir karşı sav olarak. Varlığını bugün de sürdürmekte: Gizli şair işinin çamurdan altın yaratmak olduğunu söylediğinde de bunu imliyordu. Bugün bu şairce söyleyiş yerine, az önceki örneklememize dönerek yalıtırsak: Gerçek bir yoldur, şair bu yoldan, şöyle ya da böyle geçecektir -ya da gerçek bir taştır, şair onu kuyum’a dönüştürmek zorundadır.-
Bu söylediklerim bir çelişki gibi görünebilir; çelişebilir de. Çünkü öngördüğüm şey, gerçek’ten yola çıkarak, şairi bir doğaötesi serüvenine yollar gibi tansıkla baş başa bırakmaktadır. Ama yaratmak başka nedir ki! Yaratmak bir tansıktır! Bir gizdir yaratım; bu, sonsuz bir çabayı, kendini vermeyi, yaşamı hiçlemeyi, belki de yaşamamayı öngörmekle eşanlamlıdır. Bu, gurbetlerin en ıssızıdır. Kaldı ki kişiyi -şairi- tüketecek, varlığını böyle anlamlı kılacak, yine onunla çoğalacak, onunla sonsuzlaşacaktır. Bu varlık ve yokluk arasındaki çelişkiden, gizemli bir çelişki. Gerçek’i kullanarak, onu başkalaştırarak, dönüştürerek, sonuçta; kendini var ederek sanatsal gerçek’e de analık edecek, kendi küllerinden doğacak, yine soluyacak gerçek bir çelişki.
Çelişkilerin en güzeli!

Hiç yorum yok: