29 Nisan 2008 Salı

YİTİK RUHLAR İÇİN MASAL: OTOBEN

Genç-yeni şair için yolculuk çoğun dergi sayfalarında görünmeye çabalamakla başlar. Zordur bu yol da, bu yolda konaklanan hanlar da. Yollardaki tüm imler yanlış yönleri gösterir, yani kendi doğrularını. Gece yarılarında uğranan hanların tüm odaları tutulmuştur. Ustalar uyuyordur, yumuşak yataklarda. Belki bir el uzanır karanlıktan, o kadar. O uzun yolun başında nerelerde konaklanmaz ki! Her genç-yeni şair gibi Cenk Koyuncu da dergilerde göründü, ne ki şiirlerinden çok söyleşi ve yazılarıyla. (Kendine yer açmanın kurallarından biri bu. Hangimiz bu yoldan geçmedik ki!) Yanılmıyorsam eski’Z, Yaşasın Edebiyat ve Şairin Atölyesi gibi birkaç dergide birkaç şiiri yayımlandı. Bir elin parmakları bile değil. (Oysa yazı ve söyleşilerinin yayımlandığı dergi ve gazete adları daha kalabalık; Yeni Gündem, Cumhuriyet Kitap Eki, Gösteri, Sanat Dünyamız, Kitap-lık vs...)
“O da kalbinizdeki boş oda”daki ezgili kutular gibi, açıldıkça kendine dökülen türküler tutturdu, her genç-yeni şair gibi. Ara sıra oynanan ‘küçük’ oyunlara katıldı; yazmak istemediği yazılar yazdı, sormak istemediği sorular sordu. Bir yolgeçen hanında hiçbir şey beklendiği gibi değildir; sanırım ilk bunu öğrendi. Şiir uzun, ömür kısa mıydı?Bunu da sordu kendine:
“-Anne, niye öldüğünde bitecek bir şiir gibi doğurdun beni?/ Ve nerde bu tinin şairi. (s.25)
Öyleyse çabuk davranmak mı gerekiyordu? Bunu da sordu kendine. O yanıtını düşünedursun duvarlar çatılmıştı bile. Bir yol kitabıyla geliverdi: Otoben (Altıkırkbeş Yayın, Aralık 1993)
Okuyanlar kitabı sevdi; herkes bir yoldan geliyordu çünkü. Kimi yolcular gittikçe dönüyordu. Otoben’in yazarı bunu da ifşa ediyordu. Bu yazıyı yazan, Blanchot’nun tasarım konusundaki olumsuz görüşlerine olumlu yaklaşıyordu. Nerde okuduğunu sordu kendine. Anımsamıyordu. Kitap-yani Otoben (O kitap, bu ki tap, şu kitap) tasarım mıydı? ‘Tasarım’ın ancak bu kadar bir zamanda mı kendini tasarlayacağını sordu. (Kitaptaki şiirler 1987’den 93’e uzanan 6 yıllık bir şiirsel kalkınmayı içeriyordu.) Kitabın neden beş bölümden oluştuğunu sormadı? Çünkü tüm bölümler aynı yola çıkıyordu? Çıkıyor muydu? Bir çocuğun ölümden sonraki hayatımıdır şiir? Bunu sormadı. Çünkü yanıtını biliyordu. Yazarak kendine saklamamış oldu. Bu kitapta sevdiği şiirler oldu. Yolunu şaşırmak istediği oldu. Duraklarda beklediği oldu. Yoldan dönmek zordu. (Yazdı ya! Tüm sokaklar şiire çıkmaya çalışıyordu.) Kaybolduğu sokaklarda tanıdık yüzler buldu. Kaç kişiyiz, diye sormadı. Bunun da yanıtını biliyordu. Ölülerle selamlaştığı oldu. Gölgeler peşimizi bırakmıyordu.
Kitabın 5. bölümü kendine yeni yüzler arayan bir çocuğu okşuyordu. Okur-kişiye ilk şiiri aynaya tutmak kalıyordu. Kum saatini boşalınca kim ters çeviriyordu. Kimi şiirler tersten de okunuyordu. Cenk Koyuncu’nun cenkleri kendine yetmiyor muydu? Niye yeni yenilgilerin cengine çanak tutuyordu? Bu kitabı okuyanlar aynı soruları sormuyordu.
Bu yazıyı yazan tam kitabın kapağını kapatıyordu; (Kapak! Ulusel’in nedense kötü kapaklarından biri de galiba bu oluyordu. Bu bir ilk kitaptı, olsundu. Olmasındı!) yere düşen beyaz bir zarf buldu. Zarfın üzerinde ‘Gidemeyenlere’ yazıyordu. Bir yolgeçen hanında her zaman düşürülmüş bir zarf olurdu. Açtı: ‘Malum nedenlerle’ adanmış bir harf yağmuru önünde duruyordu. Şiirin adandığı Fakir İdris’i hiçbir yerden anımsamıyordu. Pek çok yerden anımsıyordu. Bu ne yaman bir çelişki olmuyordu. Üçe katlayıp kâğıdı zarfa koydu. Bu yazıyı yazmaya oturdu. Noktayı koydu:
Tasarladığı yazı bu muydu? Bilmiyordu’m!

Hiç yorum yok: