25 Nisan 2008 Cuma

VE DEVLET VE TABİAT VE ECE

ve devlet; asıl eşik şu dizeler (buradan girebiliriz):

‘Bir teneffüs daha yaşasaydı /Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür/Devlet dersinde öldürülmüştür) Devlet ve Tabiat’taki şiirlerin hemen hemen tümü (şiirin deniz kıyısındaki sesi ve bir iki şiir dışında) kentli bir şiirin izini sürer. Kent ve yaşamın, gündelik gibi görünenin üstündeki tülü hoyratça çekip atan bir eldir, şairin eli. Kitabın daha ilk şiirinden başlayan kentin kişileşmesi semt adlarıyla bir çümbüşe dönüşür; valde atik, beşiktaş, üsküdar, sirkeci, kasımpaşa, haliç, ayvansaray, kısıklı, icadiye, salacak, dudullu, cankurtaran, karagümrük, edirnekapı, bahçekapı... tüm bu semt ya da bölgeyi belirten yer adları eskiyen, göçmeye başlayan (göçülmeye başlayan) büyük kentin, Bizans imparatorluğunun baş kentini İstanbul’un fotografının arabını oluşturur giderek. Hernekadar devletin başkenti orta Anadolu’da küçük bir kent olsa da, kara şair, büyük kentin küçük semtlerine doğru bir yolculuğa çıkarır bizleri. Bu semtlerin oluşturduğu resimde, sermeyenin (kapitalin) iktidar olduğu düzende başka bir başkent İstanbul baş figürdür. Devlet ve Tabiat, öğrenci, çırak ya da çocuk, ergenliğe bir adım kala, küçük adamların yeni yetmelikleri üstüne kurulu bu mor destan, (bu nerdeyse kadınsız destan-anlar dışında) erkek dünyasının tüm acımasızlıklarını da gözler önüne serer kaçınılmaz olarak. İktidar ve güç, resmiyet içermedikleri sürece şair tarafından ortak bir şiddet imgesinde birleşik; erkek çocuk gövdesidir bu; şeye dar pantolonlu kostak delikanlılar, gamze şeyli pek hoş benli son oğul, solgun halk çocukları, orta ikiden ölerek ayrılan çocuklar, öksüz çocuklar, çok ağır cezalı bir çocuk, idam edilmiş torun, sarışın çırak, uçurtma çocukları, parmak çocuk, genç hallaçlar, parlak çocuklar, roman çocuğu, ustası ölmüş çocuklar vs. Kent ve çocuk bir çocukluk özlemi, o nesnede (çocukta) masumiyeti arayıştır artık; İstanbul ve çocuk! Son yıllarında kendiyle yapılan bir söyleşide şöyle der; ‘ 1940 ekiminde İstanbul’a gelmişiz Çanakkale’den ilk. İstanbul, Sirkeci benim şiirlerimin benim şiirlerimin başkenti olacaktır doğallıkla... Duyabilirsin duyarsan, İstanbul’un, yeni ve eski İstanbul’un kimseyi dinlemezliğini seviyorum, başkaldırışını seviyorum, direnmesini seviyorum... İstanbul’dan tek isteğim artık çocuklar...’ Her iki olgunun da (iktidar ve devlet) güçle var olabildiğini ve ayakta kaldığını düşünürsek, yetişkinliğe yol alan erkek gövdesinin içerdiği acıyla, iktidarın karşı karşıya gelişi (okulda, işte, sokakta, hamamda) erkekler arası çatışmanın, güç onaylatmanın yolunu imleyen çatışmaların yolu devletle kesişir. Bu da Devlet ve Tabiat’ın varoluş ve yaradılış nedeni açıklar bize. Sivil de olsa resmi de olsa gündelik hayatın şiddeti, yazıya geçer. Şairin olaylara, şeylere ve kişilere bakışı ‘gayri resmi’ bir tarih arayışının sonucu aykırı, ilençli, sapkın gibi sıfatlara değer görülse de söz dizimi, dize ve imgeye getirdiği yeniliğin yanı sıra çözümleyici ve yorumlayıcı tavrı öne çıkar gibidir Devlet ve Tabiat’ta. Daha önceki kitaplarındaki kapalı söyleyiş, daha bir sokağa, olaylara yönelişinden olsa gerek, dönemin siyasi tansiyonunu da tutan sosyal yanıyla kitleler üstünde etkili olur. Olur ama gerçekle sorunu olan tüm aydınlar gibi, şairin de devletle sorunu bu noktada gerçek bir gündem oluşturmaya başlar. Üstünü örtmek yerine yarayı kazımaktadır büyücü ve bu ülkede meçhul öğrenci anıtı adlı ağıdı bir şair yazmasına rağmen, meçhul öğrenci anıtını yapan kimse yoktur!

ve tabiat; asıl eşik şu dizeler (buradan girebiliriz):

‘Tabiatı eleştirmeyiniz sakın/kuş yapraklarını döktüğü için’ Devlet ve Tabiat’taki şiirlerin çoğunda, yukarda da olduğu gibi kuş imgesiyle karşılaşırız sıkça; kuşçu bir baba, zarfsız kuşlar, kuşluk vakti, fakir kuş, lacivert bir güvercin, kara güvercinler, kuşların vurulduğu mevsim vs. Ece Ayhan’ın şiirinde tabiat bizlerin de ayrımında olduğu tüm anlamları taşımasına rağmen, Devlet ve Tabiat’ın ağırlıklı temasını oluşturan gerek yasal gerek yasa dışı eğitim bağlamında (yasadışı olan hayat ve sokaktır), derslikte geçen görsel sahneleri ve sahnelemeleri öngörür. Oysa tabiat doğa ve doğal olanın, bir dönüşüme, giderek bozuma uğramasının da bir eleştirisini barındırır içinde. Saf ve temiz olan, doğal (tabii) olanın, çift anlamlılığı kuşatır bizi; tabiat ve kuş. Tabiat tüm bir evrenin doğallığını ve acımasızlığını, kuş ise saf, temiz, güçsüz ve kırılgan olanın simgesi gibidir. Tüm bu simgesel yeğleyişler şairin söz almaktaki, aykırılığının ip uçlarını da sunar bize; açtığı örtüyü kendi elleriyle bir kez daha örtmek zorunda kalışın (belki de şiirsel olanın) kozasını örer. Kuş olma hali olmamışlığın, güçsüzlüğün, savaşamamanın, kalakalmışlığın, yalnızlığın, kendine yetememenin, erişkin olmamanın, etkin olmamanın her düzlemde ve uzamda hallerini okumamıza yardım eden bir imge tümlüğünü oluşturur. Büyük kent içinde kala kalmış, yalnız ve tek başına, erişkinliğin kıyısındaki çocuk ya da çocuksu insan tekidir Devlet ve Tabiat’ta gezinen hayaletler. Kimse suçlu değildir; kimse de suçsuz! Suç bizim paylaşmamız gereken bir edim olmaktan çıkıp, geçmiş siyasal oluşumların, yönetim biçimlerinin, kültürlerin ve iktidarların ve inançların, kuşların (yani bizlerin) üstünde egemenlik kuran diğer kuşların (kötücül kuşların) yaşam biçimleridir olsa olsa. Onları bile yargılamakta çekimser kaldığını düşünebiliyorum ve düşünmek istemiyorum (ötesi görülmedi hiç); tek suçsuzun şair ve şiir olduğunu söylediğini varsayıyorum ve biliyorum. ‘Şiirleri, yazıları, son yarım yüzyıl içinde, bu dilin en billûr örnekleri arasında yer aldı - onun deyişiyle, kimi ‘vasat idrak’lılar tersini savunmaya kalkışsalar da. çapraz atkılar attı. Şiş ve saldırma kullandı. İkide bir kılıcını kına soktu çıkardı, kalem ucundan kan damladığını az buz görmedik. Dilin kestanesini çizdi. Bütün bunları teraziyle yaptı, ölçüsüzlüğü handiyse kusursuz ölçülere dayanıyordu: damıtılmamış tek satırına rastlayamazsınız. olanaklarını her dönemde zorladı, kendini açmayı sürdürdü. müziğe, sinemaya, resme sokulmaktan caymadı hiç; tarih'le, ekonomi'yle, siyasa'yla kavga ederek uğraştı. Ayrıntılardan bütüne, bütünden ayrıntılara giden geniş bir yelpazeyi ufku saymaktan geri durmadı...İnsanlarla geçinemedi. Onlara kötülük, uğursuzluk, nankörlük yaptığı ileri sürüldüğünde, "aynaların sırı olur" demeye getirirdi’ dedi bir şairimiz. Şairin tabiatı bu işte! Şiirin dışında bir tabiat olmadığını o biliyordu. Ben bilmediğimi biliyorum ve ispatlamak istemem!

ve ece; asıl eşik şu dize (buradan girebiliriz):

Ancak rumun şuarası ölümün arkasından konuşur! Devlet ve Tabiat’ın son dizesidir.

21.07.2002 tarihinde, enis batur'un ece ayhan'ın ölümü üzerine yazdığı yazıdır: "ölümü bir çevreyi rahatlatmış olmalı. üstlerinden görünmeyen bir yük kalkmış, onları hafifletmiştir: sabit bir vicdan azâbı artık eskisi kadar omuriliklerinde zonklamayacak. durduğu, son dönemde zorunlu olarak geri durduğu noktadan kafalarına kakmayı sürdüremeyecek bundan böyle - yerine kimseyi bırakmadı, bırakamazdı: aslına bakılırsa, türünün tek örneğiydi. bundandır, bir başka çevreyi öksüz bıraktı bir bakıma. gerçi gövdesi çoktan "uzatmalı tatile" çıkmıştı, ama zihni saat gibi çalışmayı sürdürüyordu: bazan, kurduğu tek bir cümleyle, uzaktaki bir deniz feneri, gecenin karanlığının içinden parlıyordu: o işaretleri arayacağız. “

Son söz: ‘O, dünyanın arka bahçesini görmüştü. Onu görünce bütün renkler gider. Acı bir sessizlik.’

Hiç yorum yok: